Zamanımın en kıymet teşkil eden yalnızlık anlarında, kuytuya köşeye çekilip bir şeyler karalıyorum. Çekinip çekildiğim, varlıklarıyla hayatıma anlam yükleyen dostlarım değil, anlamsız yoğunluklarıyla hayatı zora sokanlardır. Dostlarımdan değil onlardan kaçıp, yalnızlığımla baş başa kalıyorum. Kaldı ki dost bir meşale gibidir. Elinizle tuttuğunuz andan itibaren, hayatınıza aydınlık getirir. Aydınlık ise daima karanlıkta kalmaya yeğlenir.

Bir sayfanın boş bulduğum her hangi noktasına karaladıklarımı temize çekip, gazetede uygun köşeye bırakıyorum. Büyük bir yoğunluğa sahip günlük yaşamımın ve çocukluğumdan bugüne süre gelen anlarımın, ruhumda bıraktığı etkilerin dile gelmesini sağlamaya gayret ediyorum. Politik söylemlerin ötesinde uzaklarda bir yerlerde yaşamın, doğanın, günün ve getireceği umudun peşinden gidiyorum. Yazmak, büyük bir emek vermek demek… Acılara, ayrılıklara, sevince, mutluluklara yoğunlaşmak demek… Yüreğimde yoğunlaşıp kabına sığmaz hale gelen duygularım harflere, oradan kelimelere ve cümlelere döküldükçe rahatlıyorum. Bu rahatlığın verdiği huzurla, nefes aldığımı hissediyorum. Her aldığım solukla azalan duygularımın yoğunluğu, ifade edebilmenin verdiği cesaretimi yoğunlaştırıyordu. Tamda bu anda, kendini ifade edebilmek büyük bir önem arz ediyordu.

Yeterli görmesem de, vicdanımın beni kutlayan bir yanı var biliyordum. Kutlarken ki o naif sesini duyuyordum. Elinden geleni yapıyorsun dediğini işitiyor, bunu hissediyordum. Duygularımın alabildiğine özgürce davranmasını istesem de, koşulların sınırlayıcı etkilerini göz ardı edemiyordum. Olağan haliyle kendi kendine meydana gelen bu etki, duygularımla sözlerimin zaman zaman çelişmesine neden oluyordu. Yine de her şeye rağmen duygularımın tamamı değil belki ama bir kısmı cümlelere değişmeyen haliyle dökülüyordu.

Öyle ya yüreğimi incitmiş, ruhumu yaralamış ve gözyaşlarımın akmasına neden olmuş birinden bahsettiğimi düşünelim. O kişi için içimden geçenlerle, sözlere döküp paylaştıklarım arasında fark olmaması olanaksızdır. Lakin koşullar direk olarak içimden geçenlerin paylaşılma durumuna uygun olsa dahi, bunun gerçekleşmesi incitenin seviyesinden bir yaklaşımın göstergesi de olmaz mı? O seviyeye çektikten sonra kendimi, tekrar bulunduğum noktaya erişmek zor olsa gerek bilirim. Bu nedenle haddimi de, bulunduğum yeri de bilir ve bildiklerimi unutmamaya gayret ederim.

Düşündüklerimizin zihin ve vicdan süzgecinden geçmeden sözlere ve yazıya dökülmesi, telafisi mümkün olmayan kırgınlıkların, ayrılıkların yaşanmasına sebebiyet verebilir. Bu nedenle düşünceleri zihin ve vicdan süzgecinden geçirdikten sonra ifade etmek en güzelidir. Ayrıca bu düşüncenin özgür kalamaması demek değil, düşünceli olarak davranıldığının bilinçli halidir. Bazen bu durum bizi rahatsız edip canımızı sıkabilir. Fakat doğru olan kesinlikle bu yöntemdir. Toplumsal kurallar, gelenekler ve görenekler de bunu gerektirir.

Düşünceye sınır yok fakat sınırsız yaşamak gibi bir özgürlüğümüzde yok. Sınırsız olan düşüncelerimizin, herkesi sevmek zorunluluğumuzun olmadığı fakat saygı göstermek zorunluluğumuzun olduğu biçimiyle ifadesi, yazılı olmayan insani bir sınırlayıcı etkidir.

Bu ölçülerin çizdiği çerçeveden çıkmadan, sözlerimi uygun yerlere bırakmaya devam ediyorum. İncitmeden, kırmadan, dökmeden…