Yirmi, bilemedin yirmi beş hanelik küçük bir köyün sakinleri arasındaydılar. Köy meydanına yakın, içme suyunun karşılandığı köy çeşmesine 5 dakika yürüme mesafedeydiler. Köyün üst kesimlerinde yer alan,  iki göz odadan oluşan ve birde her birinin adı olan büyükbaş hayvanlar için ahır, evlerinin bütünü içerisinde yer alıyordu. Yaşadıkları bu güzel ev üstü çatısız ve tıpkı evin diğer alanları gibi kerpiçten oluşuyordu. Taşıma kısımları tamamen yörenin mevsim şartlarına uygun olarak ağaçtan yapılmıştı. Görüntü itibarı ile neredeyse bulunduğu alanın bir parçası izlenimi veriyordu. Günümüz göğü delen yapılarının güç gösterisi ve ultra lüks sunulan imkanları gibi eğreti durmuyor, göz zevkini bozacak bir nitelik taşımıyordu.

Bu kerpiç evler yazın serin, kışın sıcak bir alan sunarak yaşamları kolaylaştırıyordu. İç kısımda nem dengesini düzenleyip  havayı temizleyerek, sağlıklı bir hava solunmasını sağlıyordu. Toprak ve saman gibi doğal malzemelerin karıştırılıp suyla çamur haline getirilmesinden yapılan evler, çevre ve doğa dostu olduğunu da gösteriyordu. Böyle olsa da ekolojik yaşamın son evresinin, suni betonarme yaşamların başlangıcının yapmış olduğu baskıya direnme gücü yok denecek kadar azdı.

Bir yanda temiz, doğal ve doğanın bir parçası yaşam dururken, diğer yanda ise kazanma hırsı, güç ve doymayan, gözü dönmüş vicdansız bir yaşam duruyordu. Gözü dönmüşlük, her önüne geleni ezip geçmeyi olumlu kılabilmek adına türlü türlü yollar çiziyordu. Açıkçası; ekoloji, ekolojik yaşam herkesin umursadığı bir durum da değildi.

Bu doğal yaşam içerisinde; ailemin en fedakar insanı küçük yaşta evlenmiş olan annem, hem bizlerle, hem ev işleriyle, hem de tarla takımla uğraşıyor bunların hepsine yetişmeye çalışıyordu. Bu gencecik yaşında büyük bir çaba gösteriyor, yorgunluğunu gizleyip yaşadığı acıları zaman zaman gözyaşlarına döküyordu. Yitirdiği evlatları olmuştu. Evlat acısı yaşamış, ciğeri yanmış bir anneydi. Rahmetli babam ataerkil toplumun etkisinde kalmış ve böyle yetiştirilmiş olmasından dolayı anneme ev işlerinde çok yardım etmiyordu…

Tüm bunlara ilave olarak dünyaya gelmemle yaşadığım olumsuzlukların bedenimde ki izlerinde, derinden acılar ve bu izlerin taşıması mümkün olmayan ağır bir yükü vardı. Çocuklarının acısını dindirmek adına dişinden tırnağından arttıran çiftçi ailem, memleketten çok uzakta başka bir şehirde, bana şifa bulma adına denemeler yapıyor, uzun otobüs seferlerine çıkıyordu.

Her seferin başında zihinlere ve yüreklere yüklenen umut, 302 Mercedes’in koltuklarında yolculuğun yorucu fakat mutlu geçmesine neden oluyordu. Dereler tepeler aşılıyor, virajlı daracık stabilize yollarda birçok tehlike atlatılıyordu. Günümüz koşullarının 10 saatlik otobüs yolculuğu bazen tüm gün sürüyordu.

Bedenimin dindirilmek istenen acılarının izleri; annemin ve babamın yüzlerinde, konforsuz uzun otobüs yolculuklarının sonucunda umutsuzluğun izlerini bırakıyordu. Bu umutsuzlukların memlekete dönüşte yerini umuda dönüştürmesi sağlanıyordu.  Ve yenilenen bu umutların yorgunluğa sebep tarafları vardı. İkisi de bunu hiç umursamıyordu. Çünkü onlar gerçek bir anne ve babaydı… Evlatlarına yürekten bağlıydı.

Acılarımın limanı bedenim, bedenimin limanı onlardı.