Hatırlıyorum daha dün gibi. Yaşadıklarım, anılarım ve bir çocuk avucu kadar küçük bir yüreğe sıkıştırdığım duygularım. Gelecek yaşamımda bana yön verecek, kişisel gelişimimde ve yaşamın zorlu koşullarında daha direngen kalmamı sağlayacak bir dönemin içerisindeydim. Çocuktum, el gibi görülen, yaban bir elde. Göçle gelen bir ailenin en ufak çocuğu olan ben, kavramaya çalıştığım yeryüzünde çok ama çok tuhaf olaylara şahitlik ediyordum. Sokaklarında seyyar satıcıların bağırarak ve müzikli tüp arabalarının dolaştığı, çizgili pijama ile alışverişe gidenlerin olduğu, at arabalarının taşımacılık yapıp atların sokaklara pislediği, çocukların elektronik ve teknolojik olmayan, kendi hayal dünyalarında geliştirip ürettikleri oyuncaklarla oynadıkları, aile içi kavgaların diğer evlerden rahatlıkla duyulup göründüğü, okulların avlusuna hafta sonu çocukların girip top oynayabildiği, bakkalların veresiye defterini kullandığı, televizyon olan eve tüm konu komşunun gidip rahatça film izlediği bir dönem… Üstü kiremitli, bahçesinde; asma, dut, çam ve gül ağaçlarının olduğu, iki göz küçücük evimiz, şimdiki ultra lüks gökdelenlerin yüklediği depresif duygulara karşı, nice mutluluklarımıza şahitlik etmiştir. Oyun bahçesine çevirdiğimiz, gülücüklerle ve mahalledeki arkadaşlarımızla paylaşımı öğrendiğimiz bu ev, 6 kişilik ailemize yuva olmuştu. Tüm sokaklarından, evlerin arasında kalan ve sadece birkaç kişinin sığabildiği, mesafeleri kısaltan ara yollarından en az bir kez geçtiğim, mevsime göre karpuz, kavun ve çeşitli sebzelerin ekildiği tarlalarında, yıllanmış çam ve söğüt ağaçlarından oluşan ormanlarında gezdiğim, bahçelerinde bulunan meyve ağaçlarının dallarından erik, yenidünya, portakal ve mandalina yediğim, sokaklarında geç saatlere kadar korkusuzca dolaştığım; çocukluktur benimkisi. Şimdi ise!

Girdiğim ve aslında dilimlerini insanın kendisine göre belirlediği; başlangıcı ve nerede sonlanacağı belli olmayan, şimdilik sonsuz diyeceğimiz zaman kavramı, bir çemberin içinde olmakla eşdeğerdi. Girilen ve sonrasında çıkışın zorlanmaması, bireylerin düşünce boyutlarının zayıflatılıp, her şeyi görmemeleri adına gözlerininse bazen boyanıp, bazen kapatıldığı çember, merkezine doğru bir girdap şeklinde güç oluşturmaktaydı. Bu güçler düzenin kendileri lehine ilerlemesi ve sistemde her hangi bir farklı sesin oluşmaması için gece gündüz demeden çalışmaktaydı. Evrenin küçük bir parçası şeklinde olan yerküremizde, birileri yaşamın umutlu ve güzel günlere evrilmesi için emek harcarken, çemberin içindeki girdaba çekmeye çalışan güç ise bu emeği sömürmek için elinden geleni ardına koymuyordu.

Sisteminin ve bir avuç yöneteninin milyarlarca nüfus üzerinde kurup çalıştırdığı çember, içine kattığı her itaatkar canlı ile daha da büyüyerek, korku salıyordu. Bir gün bir yerde çevreyi katlederken, başka bir gün bir yerde savaşla insanları yok ediyordu. Ses çıkarmaya kalkanlar, tepki gösterenler anında cezalandırılıyordu. Korku dağları sarsa da, yaradılışında boyun eğmek olmayan özgür canlar, çemberin dışına çıkmak için mücadele ediyordu. 

Bu çember şimdilerde; çocukluğumda biriktirdiğim tüm anılarımı ve duygularımı, insanlara güvenimi sorgusuz sualsiz keskin bir bıçak gibi kesip atıyor. Tarlaların yani verimli tarım arazilerinin üzerine rezidanslar yapılmasına, yıllardır karbon depolayıp doğaya oksijen veren, o güzelim ağaçların bulunduğu ormanları yok ederek, birilerinin oralarda at koşturmasına neden oluyor. Tüm işyerlerinde, kavşaklarda, birçok binada kamera ve güvenlik sistemleri olmasına rağmen; kimse güvenip çocuğunu sokaklarda oynatamıyor, belli bir saatten sonra toplu taşıma araçlarına binmeye ve kapıya dahi çıkmaya çekiniyor. Çember köleleştirip, işleyişiyle çoğalttığı hasta ruhların kontrolsüz şekilde yaşamasının yarattığı olaylarla, duvarlarını daha da sağlamlaştırmaya devam ediyor.

Çemberde kalıp üşütmek! yerine, dışına çıkmak için mücadele vermiş olanlara kulak verip, sağlıklı bir yaşam için uzattıkları eli tutmaya gayret etmek gerekmektedir. Şairin dediği gibi;

Ya dışındasındır çemberin

Ya da içinde yer alacaksın…