Herşeyin ama herşeyin bir adı gibi birde tarifi var. Bu ne işe mi yarar! Kendinden hesap edebilirsin, akıl yorup bulabilirsin. Herkesin bir adı var ve yaradanın yüklediği şahsına münhasır özellikleri. Bu özellikler ve çevrenin etkisiyle oluşturduğu kimliği, kişiliği. Canlıların, cansızların, ne dokunabildiğimiz ne de  göremediğimiz varlıkların… Hepsinin simgesel de olsa bir adı, bir tanımı var. Sömürünün adı ve türleri, emeği hiç etmeye çalıştığı kadar. Zira emek daha dirençli ve üstündür. İkisinde de amaç çok bilinir. Biri hak yer, biri hak yiyene karşı direnir. Emek insanda, insan emektedir. Hakkın bütününde parçaları, bu ikisi bir araya getirmektedir.  Dedim ya, herşeyin bir adı olmalı ve birde anlatılacak kendine özgü tanımı. Misal; ağaçlara türlerine göre ayrı ayrı ad vermişiz. Onların da tıpkı bizler gibi adları var. Ve onların kendine has herkesçe bilinen özellikleri, yaşamımızda yer tuttuğu kadar. Bu özellikleri onlara güzellik katmış, bizim onlara hayran kalmamızı sağlamış.  

Yaşamımızda; bir yaz gününü serinleten rüzgar misali yer tutan, dokunamadıklarımızın adları ve tarifleridir bizleri ayrıcalıklı kılan. Emek diye bir şey var bu dünyada, bu emeği ortaya koyup yaşamı şekillendiren emekçiler var. Onlardır ki, sorunlarla bir yumak haline gelmiş hayatımıza sihirli elleriyle dokunup renk katanlar. Onlar; fabriklarda, tarlalarda, atölyelerde, tersanelerde, madenlerde ve üretimin her aşamasında, güvencesiz çalışma koşullarında yaşam mücadelesi verip, ekmeğini emeğiyle taştan çıkaranlar. Ne geceleri ne de günleri kimseninkine benzemezdi… İsimleri vardı fakat mühim değildi, kaderleri benzerdi. İlkokuldan terk torna tezgahında 14’ünde Ali, babasını madende kaybetmiş bir garip madenci Veliydiler…

Madenci Veli; yorgunluğunu henüz üstünden atamamışken yataktan kalkardı. Herkes uykuda o sabahın köründe ayaktaydı. Eşi onunla kalkıp kahvaltı hazırlardı. Bir kızı bir oğlu vardı. Odalarına girip uyandırmamak için usulca öpüp koklardı. Üstelik işe her gittiğinde bunu yapardı. Bir daha göremeyecekmiş düşüncesiyle veda eder gibi davranırdı. İş kıyafetlerini giyer, eşinin hazırladığı kahvaltıyı atıştırırdı. Kahvaltı sırasında eşi dua eder, oda eşine sevgi dolu bakardı. Sofradan yavaşça kalkar, eşinden helallik isteyip sarılırdı. Eşi; o kapıdan çıkıp birkaç adım uzaklaşınca, ardından su dökerdi. Su gibi akıp gitsin ve öylece geri gelsin isterdi.

Işıklı bareti başında, madenin giriş kısmından yerin yüzlerce metre altında çalışacağı yere doğru giderken, aklında olan hep çocuklarıydı. Onlar okumalı ve oğlu kendisi gibi madenci olmamalıydı. Çocukları hak ediyordu ve daha iyi koşullarda yaşamalıydı. Madene her inişte, göğe son bir kez bakardı. Tıpkı bir kuş gibi, sonsuz özgürlüğünden daracık kafese alınırdı. Bir daha göremeyecek olasılığı bunu her seferinde tekrarlatırdı. Aslında yaşam adına ne varsa hepsine göz ucuyla bakması, içinde biriktirip dökemediği göz yaşlarıydı. Nasıl bakmasındı, daha öncesinde babası, nice madenci abisi, arkadaşı inip bir daha çıkamamıştı. Oda indi ve çalışma alanında emek verip kömür çıkarmaya başladı. Alınteri döktü, yüzünün dört bir yanı kömür karasıydı. Bu karanlık içinde gözleri, bir fener misali yanıp sönerek umuda yol gösteriyordu. Çömelip öğününü arkadaşlarıyla birlikte yaptı. Mesaisini tamamladı ve yukarı çıkmanın heyecanını bir kez daha yaşadı. Esaretinden kurtulan bir tutsak gibi özgürlüğü adımladı. Eve doğru yola çıktı. Kapıda eşiyle birlikte çocukları karşıladı. Kömür karası yüzünden, ellerinden sarılıp öptüler. Öpmeye doymak bilmediler…  Sağ salim gelmesine bir kez daha şükür ettiler… Ve bu hikaye tedirginlik içinde, aynı şekilde devam edip gitti.

Emekçilerimizi, daha adil ve paylaşımcı bir düzende yaşam sürecekleri günlerin ve bayramların özlemiyle selamlıyorum. Hepsini üreten ellerinden öpüyorum.