Yaşam, emeği ve alın teriyle çalışıp bütün olanaksızlığa rağmen onuruyla direnen insanları ödülsüz bırakmıyor. Üretmeden, sağdan soldan kopyalayarak ürettiğini zanneden ve hatta insanların emeklerini çalarak kendisine yer edinmek isteyen tufeylilere inat ödülsüz bırakmıyor. Örneğin, hangimiz babamız fakir bir fabrika işçisi diye ondan harçlık almaya utandık?. Hangimiz bir yandan okula gidip, diğer yandan simit satarak ya da ayakkabı boyacılığı yaparak kendi harçlığımızı çıkarttık?. Hangimiz gaz ocağında zar zor pişirilen yemeği karşımızdakiyle paylaştık?… Ve hangimiz olanaksızlıklar okyanusunda direnerek okumak için mücadele edip öğretmen olduk, öğrenciler yetiştirdik?. Dostluğu kitaplara yükleyip, sahnelere taşıdık. İşte, aydın yüreğiyle alın terini ekmeğine katık eden çok yönlü sanatçı, edebiyatçı yazar Ferhat İşlek’in okudukça duygulandıran ve anlayana ders veren öyküsü..

Ömrünü eğitime harcayan 35 yıllık öğretmen Ferhat İşlek’in öyküsünü okurken, öğretmenlerinin adını tek tek sayarak kendini bugünlere getiren eğitimcilere olan sadakatini de göreceksiniz. Hatta o yıllarda eğitime verilen değeri okuduğunuzda ve Ferhat İşlek’in kendi öğrencilerine verdiğin değeri yorumladığınızda, çocuklarınızın şimdi neden başarısız olduğunu daha iyi anlayacaksınız.

 

Kendi dilinden Ferhat İşlek kimdir? Neyi sever neyi sevmez? Edebiyat, yaşamının neresinde?

 

İnsanın kendisini anlatmasında bir zorluk var. Alçak gönüllü olmazsanız okuyucu bunu hemen fark eder. Ama yine de kısaca yanıt vermek isterim bu soruya. Ferhat İşlek önce insan olma yolunda, sonra eğitimci daha sonra da edebiyatın içinde sürekli gelişim ve değişim içinde kendisini geliştirmeye çalışan biri. Bu yüzden durağanlığı, hareketsizliği doğal olarak sevmeyen biri. Hatalarından, devinimlerinden, yaşadığı duygu yoğunluğundan çıkardığı sonuçlar, aynı zamanda bir sonrakilerin nedeni olarak katkı sağlar hayatına.

Çalışma hayatına çok küçük yaşta başladım. Ne iş olursa türünden birçok iş kolunda çalıştım.   Babam bir fabrika işçisiydi 60lı yıllarda. 45 lira maaş alırdı. Üstelik vardiyalı çalışırdı. Gecenin bir yarısı kalkıp çalıştığı fabrikanın yollarına koyulurdu. Bütün bunları çocuklarına bakmak ve onları okutmak için yapardı.  İçim sızlardı ki bu yüzden babamdan harçlık isteyemezdim. Çünkü zor şartlarda kazanıyordu parasını. Simit satarak, ayakkabı boyacılığı yaparak kendi harçlığımı çıkarmaya çalışıyordum. Biraz büyüdüğümde ise inşaatlarda, pamuk tarlalarında çalışarak kendi paramı kazanıyordum. Liseyi bitirir bitirmez de önce bir tekstil fabrikasında, ardından MTA’da çalıştım, bu arada okuluma devam ettim. Eğitim enstitüsü ve coğrafya lisans programının ardından Iğdır, Kars, Ankara, İzmir ve Adana’da öğretmenlik yaptım. Bütün bunlar bana çok şey öğretti. Çok insan tanıdım, üretimin önemini kavradım. Hayatın nasıl işlediğini ve hangi emekler üzerine kurulu olduğunu öğrendim.

Çocukluğumun geçtiği Adana o yıllarda 350 bin dolayında nüfusa sahipti. Etrafında çok sayıda bağ bahçe vardı. Gaz ocağında zar zor pişirilen yemeklerin paylaşımı ile yaz günlerinde tulumba suyunda yıkandığımız, Seyhan kıyılarında yüzdüğümüz, sinemalara hangi filmler geldi diye meraklandığımız ve konu komşu iç içe yaşadığımız zaman diliminde biçimlenmişti kişiliğimiz. Avlularda mutlaka gül yetiştirildi. Bu yüzden herkes birbirine gülüm derdi. Tatlı sözlerle çağrıldığımız gibi, acı sözlerle de uyarıldığımız yıllardı.

Okulda nitelikli edebiyat öğretmenlerim vardı. Her dersin sonunda bizlere şiir ya da öykü okuyan Edebiyat öğretmenim Yusuf Yalçın’ı, Türkçe öğretmenim Emine Tunçbilek’i,Vahap Tüzün’ü, Fransızca öğretmenim İbrahim İkidağ’ı ve daha burada adını anabileceğim birçok öğretmenimin üzerimdeki emeklerini unutmam mümkün değil. Bunlardan yalnızca İbrahim İkidağ’ı Adana’da çalıştığım yıllarda ziyaret etme olanağı bulmuştum. Kişiliği ile duruşu ile bütün öğrenciler üzerinde kalıcı iz bırakan bir öğretmenimizdi. Her öğrencisini ciddiye alır, değer verirdi. Öğretmenlerim sayesinde daha ortaokul yıllarında yazma alışkanlığı kazandım. Kendimi sözlü olarak yeterince ifade edemediğim gençlik döneminde, yazılı olarak ifade etmek daha kolayıma geliyor ve daha derinlikli cümleler kurabiliyordum. Yazmak eylemi aynı zamanda düşünme eylemiydi benim için. Konuşurken aynı şeyi yapamazsınız. Bu yüzden yazmak insanı geliştiriyor. Hala yazarken aynı zamanda araştırma ve düşünme yönümü geliştirdiğim için, kendimi sadece burada edebiyatın içinde hissedebiliyorum.

 

Ferhat İşlek çok yönlü olmayı nasıl başarıyor?. Nasıl bir çalışma temposu ona bu başarıyı sağlıyor?.

 

 Sevdaya dönüştürdüğünüz her şey sizin çalışma temponuzu olumlu etkiliyor Hayatın kendisi zaten çok yönlü. Dolayısıyla hayatın içinde olmak çok yönlülüğü gerektiriyor. Hayatı bütünüyle düşündüğünüzde karşınıza birçok olaylar, olgular, düşünceler ve bunların sizin yüreğinizdeki yansımaları birer uyarıcı gibi benliğinizi sarıyor. Bir de İnsan tek başına değildir. Hayatı döndüren, devam ettiren yığınla dürüst, namuslu insan var etrafınızda. Onların yoğun koşuşturmaları, çabaları karşısında kendinizi onlara katmak istiyorsunuz.   Diğer taraftan üretmeden ve hatta bu insanların emeklerini çalarak kendisine yer edinmek isteyen insanları görüyorsunuz, ister istemez onlara karşı nefret geliştiriyorsunuz. Bu yüzden yaşadığınız toplumda, o toplumun genel işleyişinde sevgiyi büyüttüğünüz kadar hem kendi hayatını, hem de toplumun hayatını yağmalayanlara öfke de büyütüyorsunuz doğal olarak.

 

.

Kitaplarınız hakkında bilgi verir misiniz? Şiir çalışmalarında genellikle hangi ögeler üzerinde çalışıyorsunuz?

 

 Okul bahçeleri benim farklı şiir kaynaklarımdandır. Yaşamaya dair bütün umutları orada bulurum. Dolayısıyla okul bahçeleri ışıklı dizelere çok rahat eşlik ederler. Doğal ürünlere açık yerlerdir. Orada sözcük oyunları tutmaz. Bireyin gerilimli iç dünyasından uzak zengin sözcükler saklıdır. Halkın yansıması var bir anlamda. Halk sevgisi olan biri olarak okul bahçelerini görmezden gelemezdim. Şiir etiği ile öğretmen etiği bir birbirlerine çok yakındır aynı zamanda. Ben de otuz beş yıllık öğretmenlik uğraşımda, en yalın şiirleri okul bahçelerinde buldum. Buralara yönelik yazdığım şiirler “Güneşli çocuklar “ve” Tut ellerimi öğretmenim “adlarıyla kitaplaştılar.

Yayımlanan her kitap yazarı biraz daha olgunlaştırıyor.”ben kitaplarımı değil, kitaplarım beni ortaya çıkardı” diyen Montaigne’nın haklılığını kitaplarım yayımlandıkça anladım.

 

 Şiire erken başlamama rağmen uzun yıllar yazdıklarımı kitaplaştırmayı düşünmedim. Şiir dünyamızın akışını izledim hep. Yayınlayacağım kitaplar bu akışa hizmet etmeliydi.1980 sonrası şiirdeki ayrışma 1990’ lı yıllardan sonra derinleşti. Bir anlamda dönüm noktası oldu şiirimiz için. Bu ayrışmada yazdıklarımın doğru tarafta saf tutması için “Patikanın başlangıcı”, “Sardunya düşlü memleketim”, “Sevdalar çiçeklenir”, “Kurtarılan aşklardı onlar”,“Sevda hüzün bırakmaz” adlarını taşıyan kitaplarım yayınlandı. Yukarıda sözünü ettiğim  “Tut ellerimi öğretmenim” ve “Güneşli çocuklar” adlı yapıtlarımı da eklersem, hepsinin toplamında toplumla ve o toplumu oluşturan insanla ilgili kaygılar yatar. İnsanı ve onun devinimlerini, sancılarını, acılarını, sevinçlerini farklı bir dille anlatmaya çalıştım. Kalıcı olanın estetik yaşam biçimimiz olduğunu düşünerek üretmeye çalıştım.

 Şiirin dışında başka dosyalar oluşturmama rağmen şiir hep öncelikli oldu. Çünkü şiirin diğer edebiyat ürünlerinden farklı bir yönü vardı benim için. Hiçbir edebiyat ürünü şiir kadar çığlıklı olamıyordu. Hayatın coşkularına, kanayan yaralarına, umutlarına, sevinçlerine yılgınlıklarına ancak şiirin etkili gücü yanıt verebiliyordu.

Öncelikle insanı kendi doğasından koparan olaylar karşısında şiirin bir itirazı olmalıydı.

Çünkü insan doğasından koptukça kendisine yabancılaşıyor, bunalıma giriyor,   üretimden kopuyor. Sonuçta buradan bir hayat çıkarmak zorlaşıyor. Şiirin odak noktasında insan olduğuna göre onu bir adım öteye götürecek, kendi doğasında gelişecek öğelere ihtiyaç var.   Bu bir gereksinme ve işlevi bu olmalı şiirin. Aslında insana özgü ne varsa şiirin kapsamındadır. Şiir yaşantımıza girmişse toplumun gerçeği ile kucaklaşmalıdır. Şairin özgür düşüncesi ise genele yönelmede ve şiirin işlevselliği için gereklidir. Okuyucuyu edilgen yapan, hayatı resimleyen şiir anlayışı yerine onu harekete geçiren, sarsan, yaşam ötesini düşleten işlevselliğinden söz ediyorum.

Bizi saran çok yönlü olaylar, olgular acıları da içerir kuşkusuz. Şiiri, romanı öyküyü içinde bandırır hayatın kendisi. Özlemlerimizi, sevinçlerimizi, sevdalarımızı, umutlarımızı içeren hayatı yansıtan yazar, değişimi gözetmek zorundadır. Aksi halde edebiyat yoluyla tarihe not düşmek olanaksızdır. Dolayısıyla tüm edebiyat ürünlerinde bilimsel bir bakış olmalı. Duygularımızdan öte belleğimize düşen düşünceler ile var olmalı edebiyat ürünleri.

 

 

Yazın hayatında hoşlandıklarınız ve hoşlanmadıklarınız nelerdir?.

 

 Bugün için uygarlığın ölçüsü değişmiştir. Geçmişte teknolojik gelişmeler, gökdelenler, bakımlı caddeler, üretim bolluğu uygarlık ölçüleriydi.

Artık uygarlığın gerçek ölçüsü insan niteliği olarak tanımlanıyor. Ayrıca bu niteliği ileriye götürecek etken olarak sanat, edebiyat etkinlikleri görülüyor artık.

Sanat doğaya eklenmiş insan demektir. Bu nedenle yazar ya da sanatçı doğa ve toplum değerlerinin odağında olan, geçmişle yetinmeyen, bilimi göz ardı etmeyen, nesnel ve estetik değerleri yakalamak için çaba içinde olan, bu yönüyle de toplumda farklılaşan insandır.

 

 Edebiyatta sevdiğim ya da sevmediğim konusuna gelince, burada temel ayrışmayı belirtmek isterim. Buradaki ayrışma bir anlamda Elsa Triolet’in “Halk Yazarı” tanımlamasındaki ayrışma. Şiirimizdeki, romanımızdaki çarpık, yoksul, insansız üretimler kimi çabalarla yüksekte tutulmaya ve keyif verici, zevk alınan ürünler olarak okura sunulmaya çalışılıyor. Bu çabaların neye hizmet ettikleri belirsiz. Fakat bunlarla insanı değiştirmenin, dönüştürmenin zor olduğunu biliyoruz. Aydınlanma her çağda, her dönemde insan için vazgeçilmez bir olgu iken, kimi edebiyat ürünlerinin böyle bir kaygı taşımadığını, hayatı netleştirmek yerine daha da bulanık yapıp, insanda şaşkınlık yarattığını görüyoruz.  Yeni bir anlayışı, yeni bir insanı, yeni bir yaşamı sunmaktan çok uzak olmalarına rağmen, çok rağbet gördüklerine de tanık oluyoruz.  Estetik yaşam biçimini daraltan, kendi içinde küskün ruh halindeki edebiyat ürünleri kimi insanların duygularına eşlik edebilirler. Ama bu ürünlerin gerçek anlamda işlevsel olduklarını söylemek zordur.

İnsanın doğasında aslında yenileşme vardır ve değerler yaratma vardır.

Toplum vicdanın aşınması, zayıflaması korkutur beni. Toplum vicdanını yitirdiğinde tüm sevimsiz görüntüler doğal hale gelir. Trafikte, depremde, sel baskınlarındaki ölümler, yoksulluklar, bencillikler, sokak çocukları, hastalıklar, eğitimsizlik, aklınıza ne geliyorsa o toplumu rahatsız etmez artık. Bu sorunları çözme konusunda istekli göremezsiniz o toplumu. Dolayısıyla şiir ve edebiyatın, sanatın temel işlevi vicdanlı ve namuslu toplum yaratmak olmalıdır.

Türkiye'deki kitap fuarlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?.

 

Kitap fuarları birçok yazarı okurla buluşturan, hatta yazarları yazarlarla buluşturan, içinde birçok etkinlikleri barındıran çok farklı ortamlardır. Burada yaşanan ticari kaygıları bir tarafa bırakacak olursak, kentlerimize kısa süreliğine de olsa ayrı bir heyecan ve tat katıyor.

 Kitap fuarlarında yayınevlerinin dışında yerel edebiyat örgütlerine daha çok önem verilmesi gerekir. Kitap fuarlarını en çok ziyaret eden öğrenciler. Bunda duyarlı öğretmenlerin payı büyük. Fakat halkın daha fazla kitapla buluşmasında yerel yönetimler bu tür kültür ve sanat olaylarında önemli görevler üstlenmelidir Kitap fuarları için ortam hazırlamak ulaşım ve diğer sosyal ihtiyaçları gidermek için üzerlerine düşen görevi yapmalıdırlar. Halkın oralara gidebilmeleri, o ortamı solumaları için gerekli düzenlemeleri yapmaları gerekir.

Kitap ve yaşam birbirlerinin içinde beraberce var olmalıdır. Gerçek, insanlığın yarattığı değerleri ifade eder. Kitaplar da bu gerçekleri bilimsel ölçütlerde işleyendir ve dünya insanlığı için güçlü özlemler uyandırırlar. Gerçeği yansıtmayan, insanlık için özlem uyandırmayan, dahası tüketime yönelik, düşündürmek yerine alay etme, laf cambazlığı, sokak dili, sözcük oyunları ile yazılan kitaplar bir anlamda yalancı konumuna düşüyor. Kitap fuarları bilinçli okuyucu oluşturmada önemli katkı yapıyor ve bu bilinçli okuyucu bu ayrımı daha kolay fark edebiliyor.

 

 

Öğretmen gözüyle 'Ögrenciler neden az kitap okuyor' ? Kitap okuma oranının artırılması için ne yapılmalı?

 

Ovidius, “Yetişen zekâları kitaplarla beslemeyen uluslar yok olmaya mahkûmdur” derken, o ulusun kültürel yozlaşmaya daha açık bir ulus olacağından söz ediyor ve aslında ulus olma özelliğini yitirebileceğine işaret ediyor.

 

Ülkemizde kitap okuma oranının düşük olması tek başına bir sorun değildir. Okuyan insanın itibar gördüğü toplumlarda kitap okunur. Okumazlığımız yazmazlığımız konusundaki sorun, öncelikle okullardan ve aileden başlanarak çözümlenecek bir sorun gibi gelse de, daha çok devletin politikalarıyla ilgilidir.. Öncelikle kitap yükselen bir değer midir ona bakmak gerek? Okuyan insan ile yazar ne denli itibar görüyor toplumda? Devletin bu konuda ciddi bir politikası var mıdır? Bunlar yoksa çocuklara oku demenin bir faydası yok. Çocuklar etrafında kitapla ilgili, edebiyatla ilgili etkinlik görmeli. Okuyan anne, okuyan baba, okuyan öğretmen görmeli. Onlar kitapların kanatlarına tutunarak engelleri aşsınlar, kendi geleceklerini kurmada barışçıl olsunlar, duygusal gelişim ve derinlik kazansınlar isteriz. Dahası çocuklarımızda yaşanılır bir dünya özlemi uyansın diyorsak biz yetişkinlere büyük sorumluluk düşüyor.

 

Öte yandan, bir şehrin okulları aynı zamanda o şehrin insanını da yetiştirmektedir. Kentlerin uygun yaşam koşullarına kavuşması, böyle bir ortamın yaratılması öğrencilerde geliştireceğimiz kent kimliği ile mümkündür. Bu kimlik ancak öğrencilerin okuması, kütüphanelerinden yararlanması, kentin tarihine, sorunlarına ilgi geliştirmesi, sanatsal etkinliklerinin içinde olmasıyla sağlanabilir. Alışveriş merkezlerinin yeri herkesçe bilinirken kentin tiyatro, opera, sinema diğer kültür sanat merkezlerinin yeri çok az insan tarafından bilinir. Burada siz neden böylesiniz diye halkı suçlayamayız. Okullar programlarının bir bölümünü kentin kültür merkezleriyle, sanat kuruluşları ile birlikte yürütmeli ve en azından geleceğin nitelikli izleyicisini, okurunu yetiştirmelidir. Yerel yönetimler son dönemlerde bazı kültürel faaliyetler düzenlemeye başladı. Ciddi kaynaklar da aktardıklarını tahmin ediyoruz. Ama aynı yerel yönetimler kendi şehrinin yazarını, sanatçısını ne denli tanıyor? Onlara hangi olanakları sunuyorlar? Bunlar sorgulandığında kent kültür bilincinin neden yeterli düzeye çıkamadığı daha iyi anlaşılacaktır.

 

 

Türkiye'de sürekli değişen eğitim sistemini nasıl değerlendiriyorsunuz?. Bu sistemin öğrencileri nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?.

 

 

Cumhuriyetin ilk yıllarında düzenlenen temel eğitim kanunlarıyla eğitim sisteminde nasıl bir insan beklendiği belirtilmiştir. Düşünen, araştıran, sorgulayan, ülkesini ve kalkınma olanaklarını iyi tanıyan, birey olmuş ama içinde yaşadığı topluma karşı kendisini sorumlu tutan insan demişiz. Bu eğitimin amacı, aynı zamanda felsefesi. zorunlu eğitimin süresini uzatmak elbette önemli. Ama bu sorunu çözmüyor. Nasıl bir insan yetiştireceğimiz daha önemli. Çağdaş ve bilimsel olmayan bir sistemde eğitimin süresi uzun olsa ne olur?

Eğitimde biçime ilişkin sorunlar çok tartışılıyor. Ama öze yönelemiyoruz bir türlü. Kabalıklardan arınmış, inceliği, estetiği yakalamış bireylerden oluşan toplumda, her şey yolunda olacaktır. Okulların iç işleyişleri böyle bireyler yetiştirmekten çok uzak. Eğitim sistemimizin asıl bu yönüne bakmalı diye düşünüyorum. Çocuklarımız yalnızca okulda eğitim almıyor. Onların gelişiminde en az okul kadar etkili olan internet ortamları, diziler, sokaklar, gazeteler var. Çocuklar güzel şeyler düşlemelidir. Çocuklarımızı barışsever ve şiddetten uzak tutmada aileye, okula, medyaya görevler düşüyor. Aksi halde onlarda yaşamaya karşı isteksizlik doğuyor. Barış havası öncelikle evlerde olmalıdır. Okullardaki demokratik işleyişi de eklediğimizde onlar için iyi bir ortam doğacaktır. Medya ise umut vermeli. Hırsızlar, katiller suç aletleriyle medyada böyle serbestçe sergilenmemeli. Bunlar çocuklar üzerinde bozucu etki yapıyor. Gelişmekte olan kişilikleri zedeleniyor.

 

Okurlarımızla paylaşmak istediğiniz düşünceleriniz var mı?

 

Bu gün uygar ve çağdaş bir toplum olmanın yolu edebiyat ve sanattan geçer. Bunların yanında dayatılan sözde sanat ürünlerine karşın Anadolu’da yaşadığı yerlerden içtenlikli, yalın, doğru ışık yakan çok sayıda yazarlarımız, sanatçılarımız var. Adana’da kaldığım süre içinde böyle yazar dostları tanıdım. Onlarla birçok sanatsal etkinliği paylaştım. Popüler sanatın, edebiyatın ülkemizde daha özgür bir ortam bulması karşısında onlar her türlü zorluklara rağmen doğru üretimlerde bulunmaya devam ediyorlar. Hepsini selamlıyorum.

 MUSTAFA ÖZKE / GÜNAYDIN ADANA GAZETESİ