Sıradan değil, sonradan olan bir şeydir sevdanın lügatı…

Çok önceleri sahip olduğunu ve bildiğini zanneder insan…

Lakin zaman geçtikçe ve yaşayarak tecrübe ettikçe…

Sonradan fark eder insan, aslında sevdayı hiç tanımadığını…

Ve sevdayı tanıdıkça…

Onu keşfettikçe insan, sadece ona adar hayatını…

Yeni kelimeler girer yaşantısına insanın ve kelime haznesi hiç olmadığı kadar genişler…

Hayatına daha önce hiç girmemiş olan şeyler duyar ve onları duymakla kalmaz…

Benimser ve hiç çıkmayacakmışçasına hayatına katar…

Hiç kimseye ait olmayan…

Sadece O’nu yansıtan…

O’na özgü olan…

Ve sadece O’nda hayat bulan kelimelerdir bunlar…

O söyledikçe kazırsınız önce hafızanıza ve sonra da yüreğinize…

Bir hançer saplanmış gibi saplanır yüreğinize ve kanatır içiniz…

Damlayan her damla kanda daha da alevlenir aşk…

Bu alevler arasında, O söyledikçe anlam kazanır, O’nunla başlayan ve yine O’nunla biten her şey…

Ve hayatınızda en büyük ve tek gerçek sayarsınız O’nu…

O’nsuz olan her şey, koca bir yalan gibi gelir size de, sözlere de…

Ve kelimeler çıplak kalır, O’nun olmadığı her cümlede…

İliklerine kadar donar, üşür ve de titremeye başlar O’nsuz kalmış her hece…

Harfler bir bir yuvarlanıp da düşer en yükseklerden en diplere…

Ve sesler unutulur…

Sözler susar…

Bir sonsuzluk uzanır matem dolu bir karanlığa…

Ve O’nsuz kalmanın yasını tutar canlı-cansız her şey…

Yürek ise gebe kalır O’nunla, nefesiyle, kokusuyla, sesiyle geçirebildiği ve geçirebileceği her güne…

Hiç olmadık şeyler girer insan hayatına…

Hiç yapılmayan ve yapılacağı dahi düşünülmeyen şeyler yapılmaya başlanır aniden…

Belki de hiç farkında olmadan…

Değiştirir sevda ve değişir insan…

Kalem, ucundan damlayan her mürekkepte dile gelip de, sadece O’nu anlatır, sonu gelmeyen sayfalara…

Bazen koyu bir karanlık…

Bazen kan kırmızı…

Ve bazen de nurla dolu bir aydınlık şekline bürünür sevda…

Hasreti de yaşatır, hüznü de, neşeyi de, mutluğu da, huzuru da, sitemi de, ayrılığı da ve elbette vuslatı da…

Sevda ile her şeyi tadar ve her şeye alışır insan…

Sevdanın koyu karanlığına da, kan kırmızısına da ve nurla dolu aydınlığına da…

Müptelası olur adeta…

Sevda elzemdir artık nefes alabildiği her anda…

Bırakmak istese dahi bırakamaz…

Hiçbir engel tanımaz ve bu yoldan hiçbir şekilde dönmez ve dönmek de istemez…

Bir de, sevdayı yüreğe mühürleyen yüce Yaradan ise, hiçbir yaratılmış bu sevdayı o yürekten çıkarmaya güç yetiremez…

Çünkü bu yol sonsuzluğa uzanmıştır bir kere…

Yılmaz, yıkılmaz ve yorulmaz insan…

Devam eder yoluna, bu yol, her ne kadar çok meşakkatli olsa da…

Her daim, yanmaya ve yanıp da kül olmaya hazırdır gönül, bu sevda yolunda…

Yavaşça ve de usulca atar adımlarını…

Yüreğinin yangınına hiç aldırış dahi etmez…

Daha çok yansın, alev alsın ve nihayetinde kül olsun ister içinde yanan bu ateş…

Çünkü yandıkça, kül oldukça büyür yüreğindeki sevda…

Tıpkı bir kibrit çöpünde yanan küçük bir alev olmaktan çıkıp, patlayan bir volkan misali etrafa savurur lavlarını…

Büyüdükçe büyür bu yangın…

Belki de cehennemden daha beter yanar yüreği insanın…

Ama O, çoktan girivermiştir cennetine…