Bu küçük gecekondu mahallesi yaşamasına yetecek imkan tanıyordu. Tek göz, sobalı ve kırmızı kiremit çatısı olan evinin küçükte bir bahçesi vardı. Dışarı çıktığında ilk aralar eş dost idare etse de, sebze halinde bir iş bulunca burayı kendisine tutmuştu. Kazancının neredeyse yarısı evinin aylık kirasına gidiyordu fakat buradan çok memnundu. Sessizdi, sakindi… Sebze halinden arta kalan ürünleri getiriyor ve yemek konusunda da çok sorun yaşamıyordu. Yılların mücadeleyle ve yalnızlıkla yoğrulan günleri ona yemek yapmayı da öğretmişti, aç kalmayı da…

Şanslıydı..! Hamallıkta olsa bir işi, aşı vardı ve yalnızda olsa evindeydi. Üstelik bu ev sessizdi, sakindi! Tuvalet ve banyosu birleşik, evden ayrı ufak, derme çatma bir yapıydı. Ne bunların bahçede olmasından rahatsızlık duyar, ne de kafasında farklı bir beklenti kurardı. Ufak bir masa attığı bahçesinde oturup genelde içtiği akşamlarda, sazını eline alır ve türküler söylerdi. Geleni gideni yok denecek kadar azdı. Arada sırada hal hatır sormak isteyen dostları merhaba demek için uğrar, türkülere kapılıp geceyi burada kapatırlardı. Türkü denince akan sular dururdu. Bu türkülerin; hepsinin hayatında çekilen acılara denk gelen bir yanı vardı. Vazgeçmek imkansızdı…

Duygulu bir yapısı olmasından dolayı göz pınarları hiç kurumazdı. Her söylediği türküde bir anısı saklıydı. “Leylim ley” derken aklından geçenin, “siyah saçlarından hatem yüzlerin”  türküsünde ve başka bir anısında yer bulması olasıydı. Bir bütünlük arz etse de, kendince parçalanmış bir yaşama sahipti. Anasından, babasından yıllar önce kopmuş, kardeşleri görüşmek dahi istememişti. Fikrine duymadıkları saygı, istemeden de olsa ailesiyle arasına mesafe koymasına neden olmuştu. Oysaki babası neyse de, anasını çok severdi. Köy yaşamında anasının yaşadıkları ve çektiklerini çok iyi biliyordu. Babası biraz sorumsuzdu ve tarla takım ve tüm ev işlerini anası yapardı. Nasır tutmuş ellerinin, zaman zaman kanadığına şahit olmuştu. Anasının bunu kimseye göstermeden kara merhem sürerek iyileştirme çabasını hiç unutmamıştı. Bunları aklına getirmesiyle yinelenen göz akıntısı, kimi zaman hıçkırıklara yol açar, saatlerce devam ederdi. Çaresizdi… Ağlamakla arındığını, hatırlamakla yokluklarına özlemi giderdiğini düşünürdü. Ama bir adım atmaktan imtina edecek kadar da çaresizdi… Çare var mıydı?

Çare içinde, yüreğinde ve ezilen, dışlanan düşlerindeydi. Cesaret mi gösterecekti yoksa saplantılı düşüncelerinde esareti yaşamaya devam mı edecekti? Karar kendisindeydi. Eksik yaşadığı anların eksiksiz hale gelmesi adına vereceği emek, aynaya baktığında gözlerinin içinden görülebilirdi.

Kendisine dahi ait hissetmediği, öylesine günü kurtarma amaçlı sürdüğü yaşamına anlam katmalıydı. Kafası iyiydi ama bunu yapmalıydı. Mücadelesi, yatması kalkması, içeri girip çıkması, hep halk içindi. Halkın mutluluğunu, mutluluğuna sebep sanmıştı. Lakin kendisi hiç mutlu olamamıştı. Yıllarca bakışları dahi kötü olanların sorduğu sorulardan bunalmıştı. Sorgucuların anlamsız sorularına cevapsız kalmıştı. Çünkü o; aynı yolda yürüdüklerine sadece el vermeyi öğrenmişti.

Kafasında yer edinmiş sesler ancak türkülerle ortadan kayboluyordu. Adil ve eşit bir yaşamın hedefini gözetse de, gözettikleri umut olmaktan öte varamamıştı. Çaresizdi fakat küçücük evi sessizdi, sakindi…