Kuytuda kalmış, kendi halinde ama bir o kadar hayatın içinde olan mahallemizin her anı heyecan ve sürükleyici bir romanın cümleleri gibi akıp geçiyordu. Günler günleri kovalıyor, mahalle yaşamının etkisinde herkes, üzerine biçilmiş rolün gereğini yerine getirme adına ister istemez sahnesini sergiliyordu. Bu rutin bazılarında zaman zaman, günlerin isimlerinden başka her türlü sahnenin tekrarını içeriyordu. Sabah kalkıp el yüz yıkanıyor, ekmek peynir ve zeytinle bir bardak çay içiliyor, sokağın başından servisle işyerine gidiliyordu. Mesai sonrası eve dönülüyor, yorgunluk atma adına ayaklar uzatılıyor, biraz yemek atıştırılıp yatılıyordu. Hiç değişmeyen ve alışkanlık haline dönüşüp vazgeçmekte istenilmeyen bu hallerin arasında, mutluluk rollerine yer açmak pek mümkün görünmüyordu.
Varoşlar denenlerin, üretimin içinde olsalar da arada horlanıp dışlananların yaşadığı bu evlerde, ocaklar emek ve alın teri dökülerek zorla tüttürülmeye devam ediliyordu. Vardiyalı sistemde çalışanlarda, erkek işte kadın evdeyse çocuklar çokta sorun yaşamıyordu. Evin annesi çocuklarıyla imkanlar dahilinde en güzel biçimde ilgileniyor, koruyup kolluyordu…
Lakin evde sadece anne varsa ya da sadece baba varsa durum karmaşık bir hale bürünüyordu.Yetim kalmış çocuklarıyla en zor rollerden birini üstlenmeye gayret eden kadın, oyunculuktaki tecrübesizliğini annelik duygularıyla kapatıyordu. Anne çalışmaya başlamışsa bu başlangıç, biz çocukların ufacık yüreğinde bitmeyen tarifsiz başlangıçlara gebe kalıyordu. Bu başlangıçlarda; kaygılar, korkular, bitmeyen geceler, gecelere çıkması istenmeyen gündüzler vardı. Küçücük yüreklerdeki temenniler gündüzlerin bitmesine, gecelerin başlamasına engel olamıyor, bir rüzgar misali korkuları alıp başka diyarlara savuramıyordu.
Anne hem çalışıp hem çocuklarına yetmekte zorlanabiliyordu. Kıt kanaat geçinme derecesinin yakalanması; gerekirse 3 vardiya çalışmayı, gücünden çok emek sarf etmeyi ve sızlanmamayı gerektiriyordu. Sızlanmakla elde edilen bir şey yoktu. Moral bozmaktan bir şeye yaramıyordu. Çocuklarından uzak kalmak yeterinde acı veriyor, içini parçalıyordu. Yorgunluk bu acının yanında mutluluk gibi kalıyordu.
Mahallemizde her ev bir sahne, yüzlerce sahnede yaşamın gerçekliği sahneleniyordu. Bir kadın geceden yoğurduğu hamuru ufak bezeler haline getirip daha sonra oklavayla açıyor, çalıdan çırpıdan yaktığı ateş üstündeki sacda pişiriyordu. Kadın ve erkeklerin kırsaldan edindikleri beceriler, yaşamın kolaylaşması ve sürülmesi adına erinmeden sergileniyordu. Ufakta olsa oturdukları evlerin bahçelerinde küçük bir alan ekilip mevsimine göre domates, fasulye, biber ve yeşillik yetiştiriliyordu. Neredeyse her evin bahçesinin küçük bir kısmı kümes yapılıyor, 3-5 tavuk besleniyordu. Evin ekonomisinin üzerindeki yük olabildiğince hafifletilmeye çalışılıyordu. Salçayı, turşuyu, şalgamı ve yoğurdu dışarıdan almak söz konusu bile olamazdı. Her evde yapılır, her mutfakta bulunurdu.
Burası bedeninde barınanlara; soyut ve yapay günler toplamını değil, somut ve doğal ömürler gerçekliğini tüm duygularıyla yaşatıyordu.
Gündüzlerin; sokak telaşı içinde kendini tutamayıp zamanla akıp geçmesi, çocukluğumuzun düşüp kalktığımızdaki oyunlarının akıttığı gözyaşlarıydı. Acısı bedende, etkisiyse kısa sürede geçerdi.
Gecelerin; dehşetli sessizliğinin anne olmayan güvensizliğinde ki yalnızlık kaygısı korkunçtu. Her gece vardiyasında annenin emekçi duruşunun bu başlangıcı, çocuk yüreklerimizin gece boyu hiçbiri bitmeden defalarca yenilenen başlangıçlarının kaynağıydı. Anne yoksa yürekte başlayan hiçbir şey sürüp sonuna eremezdi… Anne yüreğin en önemli yeriydi.