Ölümlerin “çan çalarak” ilan edildiği bir ülke varmış; “Çan bir defa çalındığında, ‘halktan birinin öldüğünü” bildirirmiş.
Ahali, çan ‘İki’ defa çalındığında eşraftan tanınmışın birinin öldüğünü,
‘Üç’ defa çalındığında, ‘saray çevresinden’, yani ‘bürokrasiden” birinin vefat ettiğini,
‘Dört’ defa üst üste çalındığında ise ‘kral’ı kaybettiklerini anlarmış.
Günün birinde yine çan sesi duyulmuş; İnsanlar biri öldü sanıp, kulak kabartmışlar.
İlk çan sesinin peşinden hemen ikincisi gelince ‘Oo, ölen eşraftan biriymiş, kim acaba?’ demiş halk...
Peşinden üçüncü vuruş... İnsanlar iyice meraklanmış, ‘saraydan kim öldü’ diye...
Dördüncü çan sesi geldiğinde ise insanlar ‘kral öldü’ heyecanıyla kilisenin etrafında toplanmaya başlamışlar. Ama o da ne! Çan beşinci defa çalmış.
Art arda ‘beş çan sesi’nin ne olduğuna meraklanan kalabalık iyice çoğalmış;
Kilise meydanında çanı beş kez çalan adamla karşılaşan kalabalık, merakla sormuş:
‘Ne oldu? Kim öldü? Nedir bu beş çan sesi?’
Adam soranları yanıtlamış: ‘Adalet öldü. Bu ülkede adalet öldü.’
Sonra da mahkemede hakkına nasıl tecavüz edildiğini anlatmaya başlamış…”
Yukarıdaki satırları okurken, sizin aklınıza da, benim bu hikâyeyi ilk duyduğumdaki gibi, 1) “Adalet mülkün temelidir” sözümüz, 2) “Et kokarsa tuzlarsın; Ya tuz kokarsa?” deyişi mi geldi?
X X X
EY ZEVAT-I KİRAM, CENAZEDE “PROTOKOL” OLUR MU?
Adana, bayram arifesinde önemli bir değerini kaybetti. “Aydın Cumhuriyet Kadını” denilince parmakla gösterilen, “Sosyal ve Siyaset Yaşamında” hemcinslerine, kelimenin tam anlamıyla örnek olmuş bir ablamızı, Müzeyyen Olgun’u kaybettik.
Merhume Olgun’un cenazesini beklerken ilginç olduğu kadar düşündürücü iki olaya tanık olduk.
Bunları sizlerle paylaşırken, “sözün bittiği yerde” cereyan eden olaydan icap eden mesajı, alması gereken(ler) alır(lar) diye ummaktayım.
Cenaze için Asri Mezarlık’a vakitlice gidip, aracımızı giriş karşısında, HAS aile kabristanı yanındaki ara yolun başına, bizden evvel park etmiş bir aracın arkasına 2. araç olarak, en sağa çekip park ettikten sonra, cenaze namazını beklerken bir trafik polisi yanımıza gelip “Vali bey gelecek, aracınızı kaldırın” tebligatını(!) yaptı.
Hazrete: “Beni kimse kaldırıp aracın yanına götüremez. Yoksa mezarlıkta da mı protokol var? Şayet var ise neden açıkça işaretlenmemiş?” dedikse de, o “Emir Kulu”na bir sıkıntı olmaması için aracımızın anahtarını verip, “Çok gerekiyorsa tebliğ ettiğin talimatı infaz et” dedik.
İşin bir başka garip yönü, Sayın Vali, Valisi olduğu ilin, kamusal alanda “seçilmiş” olarak da uzun yıllar hizmet vermiş çok önemli sembol ismi Merhume Müzeyyen ablayı, programına almamış (acaba merhume AKP’li olmadığı için mi?);
Kırıkkaleli, AKP Milletvekili Oğuz Kağan Köksal’ın bir yakınının cenazesine, Buruk Mezarlığına gittiğinden, Asri Mezarlıkta kendisi için yapılan hazırlık boşa gitti.
Şahsen biz, bir Valinin “ben geliyorum, insanları huzursuz edip bana (aracıma) yer açın” talimatı vermeyeceğini düşünenlerdenim.
Düşürüm düşünmesine amma ah o “Kraldan çok kralcılar” yok mu? Onlar, maalesef hep varlar ve o zaman da görev size düşmüyor mu Sayın Vali Coş?
Acaba ne zaman “benim kişiliğim koltuğumu şereflendirir; koltuk beni değil” diyerek, “Doğu”ya has itici şekilcilikten kurtulacağız?
Yoksa “Yel değirmenlerine savaş açarcasına”, “One Minute” kahramanlığıyla meşhur ve maruf “Muhafazakar ”AKP döneminde, “Şark kafalılık”, makbul mü oldu?
X X X
HERKES KENDİ YOLUNA…
Aynı gün mezarlıkta, merhume Müzeyyen ablamızın cenaze namazı için beklerken ilginç ve eğlenceli bir olaya da tanık olduk.
Bizler Sayın N. Sabuncu, Sayın S. Canka ve Sayın M. Tolay’ın ile oturmuş sohbet eder, BŞB’nin “v.Başkanı” da önümüzden geçerken -refakatinde miydi yoksa özel görevi tesadüfen karşılaşmış gibi methiye düzmek mi, ayırt edemediğimiz- enteresan bir zat, birdenbire “v.Bşk”a coşkulu bir tirada başladı.
(Ancak maatteessüf, sonunda alkışlayan çıkmayınca Sn. Canka “nerede alkışlayıcılar” diyerek “organizasyondaki” eksikliğine parmak basıverdi.)
Bozuk şivesinden sökebildiğimiz kadar “Tiradçı”, partilerden hiçbirinin “v.Başkanın” kıymetini bilemeyip, aday yapmak için bağrına basmadığını eleştirip, methiyelerle “v.Başkanın” seçim kabiliyetinin yüksekliğinden dem vurdu; Ve hatta “v.Başkan”a “O zaman bağımsız aday ol” tavsiyesi yaptı.
Sayın “v.Başkan” bana, tiradçıyı işaretle yorum istemese, gülüp geçeceğim o sahne üzerine bir iki söz etmek farz oldu.
Meşhur sözdür, kuzgunun yavrusu kuzguna şirin görünürmüş;
Bir başka ata sözümüz de “özürlü bakla” ile “şehla alıcısı” hakkında, değil miydi?
Demokrasilerde aday olmak yurttaşlık hakkıdır, mani olunamaz;
Ancak parti üyeliği, hele altmış küsur sene hiç yolunun kesişmediği bir partiye, CHP’ye, “tepeden inme adaylık için katılmak söz konusu olunca iş değişiyor;
Tüzük ve Programı benimsemek, Dünya Görüşü vb. Ortak değerlerde mıtabakat gibi hayati gerekler var.
Ve en başta da “bugün sünnet, yarın deniz” misali, BŞB Başkan adayı olmak üzere üye yazılmak istenince, hiç hoş olmuyor.
Bir de sırf bu iş için araya konulanlar/girenler vb. var ki, bugünlük kalsın.
Pek çok CHP’li, “kerameti kendinden menkul” olsa da, bir an için seçim kazanma kabiliyeti ne denli yüksek olursa olsun, burada önceliğin CHP ruhunu iliklerine dek yaşamakta olduğunu; doku uyuşması sorunu bulunduğunu ön plana çıkarıp ciddi rezervler koyuyor.
“Seçim Şansı” için kanıt gösterilen anketler dair söylenenleri ise, herkes konuşuyor zaten.
Hülasa, meşhur sözdür, taş yerinde ağırmış.
Sayın “v.Başkan”a, altmış yılı çoktan geride bıraktığı ömründe, şimdiye dek hemhal oldukları safında siyaset yapmak, daha çok yaraşır.
Bildiğimiz kadarıyla CHP de BŞB adayı fıkdanından muzdarip değil;
İsmi aday adayı olarak öne çıkanların seçim kazanma kabiliyetleri de “v.Başkandan” az görünmüyor ki…