Eskiden, çok eskiden buram buram, burcu burcu sevgi kokan evlerimiz vardı.
Bu sevgi evlerimiz her akşam komşularımızla dolar taşardı. Mahallemizin hemen her evi böyleydi. Böyle akşamlarda babalarımız bir roman ya da hikaye okur, annelerimiz, Peri Padişahının Oğlu ya da Kızının masalını anlatır, abla ve abilerimiz de bilmece sorarlardı. Etrafında çember olduğumuz iyice ısınmış sobanın üzerinde un ya da irmik helvası ve kestane pişirir, mısır patlatır, patates közlerdik.
Ömrümün gül - ü rana’sı melek anneciğim, sobanın üzerinde ki ısınmış temiz teneke parçasının üzerine çiğ nohutu koyar, üzerine de biraz su biraz da tuz serpip az bekler ve o çiğ nohut çok güzel leblebi olurdu. Ve bizler o leblebileri güle oynaya inanılmaz bir keyifle yerdik.
O yıllar bizi, bizleri mutlu edecek hiç bir maddiyata sahip değildik ama dünyanın en mutlu insanlarıydık. Çünkü, dinimizin emrettiği gibi küçük şeylerle mutlu oluyor, elimizde ki sınırlı olanakları komşumuz ya da arkadaşlarımız ile paylaşmaya can atıyorduk. Çünkü birbirimizi karşılıksız ve beklentisiz, yalansız, riyasız seviyor ve acaba bundan ne ütebilirim diye dostluk kurmuyorduk
Birbirimizi gördüğümüz de karşılıklı ve art niyetsiz, sevgiyle sahip olduklarımızı paylaşmaktan tarifsiz bir sevinç duyuyorduk.
Mutluluğun resmi gibiydi hayatlarımız çünkü Asude Bir Bahar Ülkesinde yaşar gibiydik hepimiz.
Sonra biz büyüdük ve insan kirlendikçe kirlendi. O kadar kirlendi ki dünyayı kendine yaşanmaz bir hale getirdi.
Hayatlarımızı güzelleştiren ne varsa ve daha fazlası elimizden ışık hızıyla kayıp gitti. Evlerimizde misafir olarak ağırladığımız Anne yarısı komşu teyzelerimiz artık yok.
Gulle (misket), uzun eşek, eşeğimi tazeledik, yumulmaç (saklambaç), hoppik, çelik çomak, tıp, bura yansın mı, kovalamaca, karpit patlatma gibi sokakları cennete çevirdiğimiz eski zaman oyunlarımız hayatlarımızdan çıkıp gittiler. Bir kankardeşimiz, yaramıza merhem olacak bir vefalı komşumuz artık yok. Güzel olan ne çok şey kaybettik, ne çok, ne çok, ne çok...