Doğumumuzdan ölüm anına eriştiğimiz zaman sürecindeki yolculuğumuzda, birbirimizle bitmek tükenmek bilmeyen bir kavga içerisindeyiz.

Kimsenin birbirine acımadığı, yardım etmeyi aklından bile geçirmediği soğuk, tatsız, acımasız, renksiz bir dünyada yaşıyoruz. Yalnızlıktan deli gibi korkuyoruz ama yalnız kalmak için bir o kadar da uğraşıyoruz. Tanımadığımız, bilmediğimiz, yetişemediğimiz, görmediğimiz hayatlar ile de aramızda derin husumetler var.

Biz de bu dünyaya onlar gibi geldik. Nefes alıp verebiliyor, yürüyebiliyor, koşabiliyor, düşünebiliyor, konuşabiliyoruz. Kavgalı olduğumuz hayatlar bizi deli gibi ürkütüyor, saldırdıkça saldırıyoruz, doymuyoruz, tükenmiyoruz.

Sahi biz kimiz, ne yapıyoruz, nereden geldik nereye yol alıyoruz?

Neden kavga ediyoruz?

Bu kadar kavgayı bir arada götürecek enerjiyi kendimizde nasıl buluyoruz?

Nerden alıyoruz bu cüreti?

Nereye varıyor bu kavgaların sonu? Değişim dediğimiz şey bulunduğumuz çağda teknoloji ile tanımlanıyor belki ama insan uzun zamandır hep aynı varoluşsal sorunlar ile boğuşmaya devam ediyor. Bugünlerde evde geçirdiğimiz zamanlarımızda bu soruların cevabını bulmak için başka anlamlar yüklediğimiz fiiller, geçmiş denilen anılar yumağında kendimizi arayış yolculuğumuz aslında.

Ekmek yapmak için binbir türlü emek sarf ediyoruz mesela. Buğday başağının kabuğu alınmadan çekilmiş koyu kepekli unların peşine düştük. Akşamdan su ile harç edip ekşi maya ile tamamlıyoruz hamurları. Kuzine sobaların olmadığı kent hayatında kalorifer petekleri üzerinde mayalanmasını bekliyoruz saatlerce. Husumetlerimizi, kavgalarımızı, nefret dolu hislerimizi un ufak edip unutuyoruz fırının başında ekmeği beklerken.

Elimizde tıraş makineleri ve makaslarla aynaların karşısındayız. Uzamış saçlarımızı keserken, başımızdan süzülerek yere serdiğimiz çarşafın üzerine düşüşünü seyrediyoruz umarsızca. Hayatımızda belki de ilk kez başımızı yere eğip baktığımızda beyaz saçlarımızı seçer oluyoruz siyahların içinde. Siyah ile beyazın yıllardır aynı yerde kavga etmeden, birbirine kin ve nefret duymadan nasıl yaşadığına tanıklık ediyoruz şaşkınlıkla.

Her gün sabah işe giderken akşam gelirken kapıda, bahçede, asansörde, yolda görüp selam vermediğimiz komşularımız ile balkondan balkona konuşup hasbıhal ediyoruz, mutfakta kullandığımız kap kacakların içini yemeklerle dolduruyoruz, sosyal mesafeyi koruduğumuzdan kapısına gidemediğimiz komşularımızdan kap kacağı hemen geri alamayacağımızı bildiğimiz halde bırakıyoruz kapı eşiklerine.

Mahallede beraber yaşadığımız insanlar ile toplumsal olaylara sesimizi aynı anda evimizin ışıklarını açıp kapatarak çıkarıyoruz. Bu sayede aydınlık ile karanlığın bir arada ahenk içinde sesinin bu kadar yüksek çıktığını, birbirini tamamlayarak anlam kazandığını ilk kez deneyimliyoruz hayatımızda.

Kapının eşiğinden adım atıp sokaklara çıkamıyoruz. Depodan çıkarıp elimize aldığımız tırmık ve keserler ile, metropol dediğimiz koskoca kent coğrafyasında, komşularımız ile ortak kullandığımız bahçede bir fide sığacak alan kadar toprak üzerine ağaç dikip, evden getirdiğimiz bir kova suyu çocuklarımız yanımızda ağaçların köküne boca ediyoruz adeta.

Toprak suya doydukça hatırlıyoruz nereden geldiğimizi. Yıllardır bilinmeyenlerle kavgalarımızı hatırlıyor, avazımız çıktığı kadar bağırmaktan kuruyan tükürüklerimizin değmediği dudaklarımızın ıslandığını hissediyoruz ait olduğumuz toprağı seyrederken.

Son zamanlarda yaşadıklarımız ve hissettiklerimizin belleğimizde edindiği yere bakılırsa öğreti niteliğinde izler bıraktığını, bilinçaltımızda "öze dönme fiilini" gerçekleştirebilecek farkındalığı yarattığını, endüstrileşmemiş geleneklerimizle aramıza koyduğumuz mesafelerin aslında günlük hayatta "acı" diye tanımladığımız duyguya bizi daha çok yakınlaştırdığını anlamış olmalıyız.

Adına popüler kültür dediğimiz girdap içerisinde, kendimiz olmaktan daha çok başkaları olabileceğimiz mecraları yaratma çabalarımız, varoluşumuzu ararken saptığımız bir çıkmaz sokak gibi duruyor karşımızda. Sokağın sahibi gibi kasılıyor, gelen geçen herkesten haberdarmışız gibi davranıyoruz. Pişkin bir ifade ile sanki kırk yıldır o sokağı sakini gibi kapının önüne sandalye atıyoruz. Ama o kadar yalnız ve çaresiz kaldık ki o sandalye üzerinde, etrafımızda olan biten her şeyin farkındaymış gibi davranıp hiç bir şeyin farkında olmadan seyrederek geçip gidiyor ömrümüz.

Bir türlü kavgaya tutuşmaktan içine sığmadığımız ve başka insanları da sığdırmamak için delice mücadele verdiğimiz, özümüzün, köklerimizin, el değmemiş geleneklerimizin yaşadığı, adına Anadolu dediğimiz kadim topraklarda binlerce yıl hüküm sürmüş bir Hitit Kralı oğluna vasiyet bırakır: "Öldüğümde beni usulca yıkayın, göğsünüze yaslayın ve toprağa bırakın. Bu kadar."

Bugün hala yaşıyorsak bile kralın nasihati kulağımızda küpe kalmasıyla, var olduğumuz geleneklerden beslenmeye, olduğumuz gibi yaşamaya mecburuz.