Karantinada evde geçirdiğim günlerde, bağımsız sinemanın önemli temsilcilerinden İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi'nin 1997 yılında çektiği "Kirazın Tadı" filmini izleme fırsatı buldum.

Film, ana karakter olan Bedii'nin intihar etmeyi kafasına koymasını ve intiharı gerçekleştirirken uyku ilaçlarını alıp bir ağacın dibine kazdığı çukura yatarak ölümünden sonra üzerine yirmi kürek toprak atacak birini aramasını konu edinir. Tahranın kenar mahallesindeki çorak araziler üzerinde arabasıyla arayışta olan Bedii, ilk olarak orduda görevli bir askeri alır arabasına. Yapması gereken işi anlatıp para teklif etse de, asker korkarak arabadan iner ve arkasına bakmadan kaçar.

İkinci olarak taş ocağı şantiyesinde görevli bekçinin yanına gelen Afgan kökenli ilahiyatçı genci arabasına alır. Afgan ilahiyatçı, intiharın yaratıcı tarafından en büyük günahlardan biri sayıldığını söyleyerek teklifi reddeder ve intihardan vazgeçirmeye çalışır. Bedii ilahiyatçıya "İntiharın en büyük günahlardan bir olduğunu bildiğini, çektiği acıyı empati yapan herkesin anlayabileceğini ancak kimsenin hissedemeyeceğini, mutsuz olmanın da bu hayatta büyük günah olduğunu, mutsuzken başka insanları inciteceğinden" bahseder.

Karşılıklı ikna çabaları sonuçsuz kalmıştır. Bedii'nin arabasına binen üçüncü kişi müze görevlisi İran Türkmeni Bakiri’dir. Bakiri, zihnen uçurumun kenarında gezen Bedii'ye yıllar önce kendi başından geçen intihar hikâyesini anlatır. Evden bir ip alarak bahçeye çıktığını, dut ağacına çıktığını ancak ipi bir türlü dolayamadığını, o sırada ayağının altındaki dutları yediğini, tam o sırada yoldan geçen çocukların dalı sallaması için ona seslendiğini, düşen dutları çocukların yediğini, giderken eşine dut götürdüğünü ve eşinin dutların hepsini yediğini söyler.

Her yaşantıda sorunların ve buna bağlı mutsuzlukların olabileceğini, önemli olanın değişebilmek ve bakış açısını değiştirebilmek olduğunu anlatmıştır.

Pandemi sürecinde dünya üzerindeki devletler tarafından uygulanan karantina düzenlemelerinde, insanların evlerinden dışarı çıkamaması için bazı kısıtlamalar hayata geçirilmiş, günlük hayat rutinlerini değiştirecek nitelikte uygulamalar ortaya kondu. Bu durum, insanların gündelik yaşantılarını devam ettirdikleri mutlak mekan olarak tanımlanan coğrafi alan üzerindeki dolaşım kabiliyetlerini azaltmış, bir noktadan başka bir noktaya herhangi bir amaç için ulaşımını kısıtlamış ya da tamamen ortadan kaldırmıştır.

Şimdiye kadar evi dışındaki hayatını bir şekilde iş yada diğer bireyler ile kurduğu sosyal ilişkiler olarak planlamış ve tanımlamış olan insanların karantina süresini evde geçirmek zorunda kalmaları, geçmişte hiçbir fikirlerinin ve düşünce yapılarının olmadığı ev hayatını sorgulamalarında, hatta ''sıkılmışlık'' olarak tanımlamalarını da beraberinde getirmiştir. Yaşadıkları mutlak mekan içerisindeki dolaşım serbestliği ile bireylere konfor sağlayan ihtiyaçlara erişim ve noktalar arasındaki ulaşım olanaklarını "mutluluk" olarak tanımlayan insanların, bunları kaybedince mutsuz hissetmeleri, evdeki mutsuzluklarına bir çözüm bulamamaları ve sıkılganlık ruh halinin girdabına girmeleri kaçınılmaz olmuştur.

Tam da bu noktada, kendi tanımladıkları mutluluğunu kaybeden insanların, fikirsel ve düşünsel değişime duyduğu ihtiyaç ortaya çıkmıştır. Bu değişimin bireyler tarafından verimli yönetilebilmesi için, öncelikle zihinlerdeki ''mutluluk'' tanımının doğru yapılma zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.

Toplumların yapısı statik bireylerin yapısı ise dinamiktir. Bireylerin tek başına değişme kabiliyeti olmakla birlikte, toplum içerisindeki değişime de sirayet edebilecek güçleri vardır. Bu bağlamda, bireyler kendilerine mutluluk olarak sunulan şeylerin aslında, hayatını daha konforlu ve estetik hale getiren olgular olduğunu anladığında, pandemi sürecinde evdeki mutsuzlukları, hayatlarında şimdiye kadar ki başarısızlıklarını görmelerini sağlayacaktır. Bu durumda, dinamik yapıya sahip olan ancak geçmişte kendisine ait bir dünya yaratma çabasına girmemiş bireylerin, yaşadıkları coğrafya üzerinde o kadar da önemli olmadıklarını anlamaları, pandemi olayına bir yerde hayırlı felaket olarak bakmaları, bugüne kadar yanlış bildikleri ile hiç bilmedikleri ile topyekün bir yüzleşmeye kalkışmaları kaçınılmazdır.

Evdeki günlerimizde, "sıkılmışlık" hissi üzerinden tanımını yaptığımız "mutsuzluk" ruh hali, filmin ana karakteri Bedii'nin yaşadığı mutsuzluk ve bu yolda çektiği acı kadar derin izler taşımıyor. Karantina günleri bittiğinde kendimizi hemen "mutlu olarak" tanımlayacaksak, "mutlu değiliz" dediğimiz şu ruh halimizle hiç dut ağacına çıkmaya niyetlenmeyelim.

Daha dün ağacın altında bekleyen çocuklardık. Bugün biraz daha konforumuzdan uzaklaştık sadece. Son olarak, Japonların kintsugi dedikleri bir geleneğe göre, bozulan bir şeyin tamir edilmesi lakin bunun yapılırken bozuk olan izlerin yok edilmeden yeni hale getirilmesi amaçlanır. Bir eşya ya da bir insan bir hasara uğramış ise, acı çekmiş ise bundan ders almıştır ve bu konuda bir hatıraya sahiptir. Bütün insanlığın ortak değeri olan acının ve umudun dünya üzerindeki bütün coğrafi sınırları kaldırdığı bu günlerde, bozuk olan izlerimizi yok etmeden onlara bakıp hatırlayarak, yitirdiklerimizden, başarısızlıklarımızdan, yorgunluklarımızdan yola çıkarak, kendimize yeni bir dünya yaratmamız, bu dünya içerisinde acıyı ve umudu bütün çıplaklığı ile olduğu gibi yaşamayı öğrenmekten başka çaremiz kalmadığını anlamalıyız.