Çelik, ‘otoriterleşme’ eleştirilerine, “Demokrasi ile otoriterleşmenin melezi olmaz. Otoriter rejim dediğiniz şey tek parti dönemidir, darbelerdir, Olağanüstü Hal’dir, 28 Şubat’tır. Otoriter rejimin siyasi ve ahlaki meşruiyeti yoktur” diye yanıt verdi.


Gazze ateşkesinden sonra bir iddianız oldu. “Clinton’ın Tel Aviv’e varmasından 15 saat önce mutabakata varılmıştı. Ama bu Türkiye’nin hanesine yazılmasın diye 15 saat geciktirdiler” dediniz. Neler oldu orada?

    Türkiye’de olayla ilgili “Mısır öne çıktı, Türkiye geri planda kaldı” şeklinde yaklaşımlar oldu. Türkiye’nin kim kimin önüne geçti derdi yok. Başbakanımız, başından itibaren Gazze’nin bedel ödediği kadar, yeni kurulmuş devrim sonrası Mısır hükümetinin de zor durumda bırakıldığını değerlendirdi. İzlediğimiz stratejinin en önemli parçası; ateşkes, Gazze’deki ablukanın kalkması ve Mısır’ın çıkmaz bir durumla karşı karşıya kalmamasına yardımcı olmaktı. Dolayısıyla Türkiye orada Mısır’ın inisiyatifini destekledi.

ONAY GECİKTİ

 15 saat beklenmesinin geri planında ne vardı?

    15 saat önce Hamas ve Hamas’ın Mısır vasıtasıyla görüştüğü İsrail müzakere heyeti mutabakata varmıştı. Sadece Tel Aviv’den onay bekleniyordu, o onay 15 saat gecikti. Türkiye geri planda kaldı, ileri plana geçti tartışmalarının dışına çıkalım ve sonuca bakalım. Türkiye bu ateşkese kadar Gazze ile ilgili hangi tezleri öne sürüyorduysa onlar gerçekleşti. Esas mesele, bölge değişiyor. Arap Birliği’nin kurumsal ses vermesi, ABD ve birkaç ülke dışında kimsenin “İsrail’in savunma hakkı var” ekseninde durmaması önemliydi. İsrail’in saldırganlığını savunanlar marjinal duruma düşmüş oldular.

Buradan Ortadoğu konusunda ABD ile Türkiye’nin fikir ayrılıklarının derinleştiğini sonucunu mu çıkarmalıyız?

    ABD ile aramızda o kadar fazla noktada işbirliği var ki, bir noktadaki anlaşmazlık “ABD-Türkiye ilişkilerinin doğasını bozar” gibi bir tez öne sürülemez. Bu daha önce İran’la Brezilya ve Türkiye nükleer meseleyle ilgili anlaşmaya imza attıklarında da ileri sürüldü. Ama arkasından başka işbirlikleri geldi. Buna muhataplarımız çabuk alıştılar, ama Türkiye’deki izleyenlerimiz henüz alışamadılar.

Neye?

    Türkiye birisiyle çatıştığında her konuda çatışan, ya da birisiyle müttefikse her konuda aynı düşünen bir ülke değil. Kendi bağımsız, özgün tezini üretiyor ve gerçekleştiriyor. Tabii ki Batı ittifakının bir parçası, ama Türkiye aynı zamanda bir Balkan ülkesi, bir Kafkas ülkesi, Akdeniz ülkesi, İslam ülkesi, Avrupa ülkesi ve Ortadoğu ülkesi. Bütün bu çokboyutluluğunu işin içine kattığı zaman tabii ki kendi özgün teziyle müttefiklerinin bazı konularda geliştirdiği tezler arasında anlaşmazlıklar olabilir. Çatışmalar da olabilir.

DEMOKRASİ SANCILARI

Bölge değişiyor diyorsunuz. Mısır’da Mursi’nin tavrı Mübarek’e benzetiliyor. Bu değişim yalnızca aktörlerin değişimi mi?

    Demokrasiye geçiş sancıları yaşayan bir ülke Mısır. Bizim birden çok zaman diliminde yaşadıklarımızı Mısır bir iki sene içerisinde yaşıyor. Önce Mübarek gittikten sonra Mübareksiz Mübarek dönemi tesis edilmeye, bu da askeri otorite üzerinden yapılmaya çalışıldı. Yani askeri otorite seçilmiş siyasileri kuşattı. Fakat Mursi seçildikten sonra buna karşı bir tutum alınca, bizim yakından tanıdığımız şekilde bir yargı kuşatmasıyla karşı karşıya bırakıldı. O da “Ben kararnamelerimi yargı kararlarının üzerine çıkarıyorum, dokunulmaz kılıyorum” dedi. Burada soru, ne zaman kadar? İşe renk veren bunun cevabıdır.

Ne zamana kadar?

    Anayasa ve hemen arkasından seçimler yapılana kadar. Eğer Mursi bu takvimi ortaya koymamış olsaydı, diktatörlük suçlamasına bir dayanak noktası bulabilirdik. Ama bunun tersine, attığı adımın yargı tarafından anayasa yapım sürecinin sakatlanmasına ve seçimlerin engellenmesine dönük bir girişimin önünü kesmek olduğu görülüyor.

Ya bu takvime uymazsa, vaatlerini gerçekleştirmezse?

    Zaten bu şekilde yürümez. Mısır çoğulcu yapısı olan bir ülke. Mısır’da devrimin kazanımlarını korumak için doğru ittifakların kurulması, toplumun büyük kesimlerinin kucaklanması da gerekiyor. Fakat sürecin yönetimi konusunda sıkıntılar olduğu da açık.

Ne gibi sıkıntılar?

    Bu süreci protesto eden muhalifleri bazı kışkırtıcı gruplarla karıştırmamak lazım. İşi diyalogla yürütmek gerekiyor. Tahrir’deki muhaliflere karşı Cumhurbaşkanı sarayının İhvan’la korunması, İhvan’ın tabanıyla diğer kesimlerin karşı karşıya geldiği görüntüsü verilmesi sıkıntı doğurur.

‘KAÇMASIN’ DİYE

 Esad’ın Venezuela’ya gitmek üzere olduğuna dair söylentiler var. Ne düşünüyorsunuz?*

    Bunlar haber olarak çıktı. Fakat ben bir Rus analistin söylediği şeyi daha çok önemsedim. Esad’la sarayda görüşmüş. Diyor ki, Esad bir yandan muhaliflerden korkuyor, bir yandan da sarayını koruyan muhafızların kuşatması altında. Muhafızlar onu korumak için değil, başka bir ülkeye kaçmasını engellemek üzere oradalar. Uluslararası toplum böyle bir katliam karşısında inisiyatifsiz kaldı. Bir halk katlediliyor, BM’nin doğru düzgün sesi çıkmıyor. Ancak mesele kimyasal silahlara gelince ses duyabiliyoruz.

Esad’ın Mübarek ya da Kaddafi’den daha uzun süre direnmesinin sebebi bu mu?

    Burada vekâleten bir Soğuk Savaş var.

Nasıl?

    Rusya ile ABD arasında bir güç mücadelesi olduğu görülüyor. Daha doğrusu BM Güvenlik Konseyinin üyeleri arasında Rusya-Çin ve Batı ekseninde bir güç mücadelesi var. Bir de Arap devrimi karşısında farklı pozisyonlara sahip olan İslam ülkeleri arasında bir güç mücadelesi olduğu görülüyor. Dünyanın öbür ucundaki Çin, Suriye ile ilgili bir kararı veto ediyor. Ve Suriye ile bu kadar uzun sınırı olan bir ülke olarak biz ve diğer bazı ülkeler doğrudan etkilendiğimiz halde BM Güvenlik Konseyi’nden bu sürecin durdurulması yönünde bir karar çıkmıyor. Bu sorgulanması gereken bir durum.

Öneriniz ne?

    BM Güvenlik Konseyi’nin yeninde yapılanması gerek. 2. Dünya Savaşı koşullarında negatiften yola çıkarak kurulmuş bir yapı bu. Ama bugünün koşullarında son olaylarda da gördüğümüz gibi ciddi bir şey ifade etmiyor.

Yalnızca Kürt sorununda, diğer politikalarda da başlangıçta Ak Parti’ye destek verenlerin bugün ciddi eleştirileri var. Taha Akyol, “Martin Lipset’in ‘uzayan iktidarların otoriterleşmesi’ dediği süreç Ak Parti’de ortaya çıktı” eleştirisini gördünüz mü?

    Gördüm. Martin Lipset’i de biliriz, Hannah Arendt’i de... Herhangi bir noktasal siyasi tutumu alıp oradan çok bütüncül bir okuma yapılması sağlıklı bulmam. Bu noktasal eleştirileri bir tarafa bırakın, büyük resme bakın, gidin topluma sorun: Türkiye’de demokrasinin korunması ve geliştirilmesi konusunda hangi partiye güveniyorsunuz? Cevap Ak Parti’dir. Biz bunu görüyoruz. Meclisteki üç muhalefet partisinin tabanında da ciddi karşılık bulan bir kanaattir bu.

“Ak Parti otoriterleşiyor” eleştirisine hiç mi kulak vermiyorsunuz?

    Her eleştiriye ciddiyetle bakıyoruz. Ama, Ak Parti ve otoriterliği yan yana getiren bir başlık açarsanız bunu kategorik olarak reddederim. Bu bir meşruiyet çizgisidir, otoriter rejimin anlamı başkadır. Demokrasi konusunda daha fazla şeyler yapmanız gerekirdi derseniz, onu tartışırım. Demokrasi ile otoriterleşmenin melezi olmaz. Otoriter rejim dediğiniz şey tek parti dönemidir, darbelerdir, Olağanüstü Hal’dir, ’tır. Otoriter rejimin siyasi ve ahlaki meşruiyeti yoktur.

Yeni bir Oslo süreci olur mu?

Ak Partili Kürt siyasetçiler Başbakan’ın Kürt sorunu konusunda bölgenin siyasetçileriyle bir araya gelmediğini söylüyorlar. “Kapalı devre çalışıyor, endişeliyiz” diyorlar. AK Parti ve Başbakan bu uyarıları dikkate alıyor mu?

    Soru bu şekilde sorulduğu zaman yanlış sorulmuş olur.

Neden?

    Ak Partili Kürt siyasetçiler diye tek bir mekanik grup ve bunun tek bir mekanik görüşü varmış gibi toptancı bir değerlendirme doğru olmaz. Ak Parti Ak Parti’dir, içinde farklılarla beraber tek bir siyasi yapıdır. Her önemli meseleyle ilgili doğrudan Başbakanımız’a bağlı olarak çalışan farklı mekanizmalarımız var. Görevleri, bu süreçlerin tüm boyutlarına bakmaktır. İddia ediyorum, Türkiye’de Kürt sorunu bağlamında oluşmuş tarihsel ve güncel dinamikleri takip etme, tüm tarafları dinleme ve işi bütün boyutlarıyla ele alma konusunda Ak Parti kadar çerçeveye sahip, bu kadar geniş hacimle çalışan başka bir siyasi odak yoktur. Bu konuda yazılmış ya da söylenmiş olup da bizim duymadığımız herhangi bir şey söz konusu değildir.

Ancak bu konuda eleştiri getiren ve “Böyle giderse dindar Kürtler bize oy vermeyecek” diyen Ak Parti Diyarbakır İl Başkanı partiden uzaklaştırıldı.

    Ak Parti’nin kuramsal yapısı ve siyaset yapma biçimi kurumsallaşmıştır. Partide siyasi meselelerle ilgili nasıl bir yaklaşım üreteceğimiz, aşağıdan yukarıya doğru ve birtakım mekanizmalar vasıtasıyla tartışa tartışa olgunlaşıyor. Bunların kimler tarafından ifade edileceği de kurumsal yapımız içinde bellidir.

İçerik değil üslup sorunu olduğunu mu söylüyorsunuz?

    İçerik ve üslup da... Her ikisinin de kurumsal yapımızda oluşumu ve temsili bellidir. Siyaset esas ve bir o kadar da usul meselesidir. Bu tip konulardaki görüşlerimizin ne olduğu ve usul açısından kimler tarafından dillendirileceği partide bellidir. Esas ve usul açıktır.

    Usul karşılığını aldı. Peki siz esası dikkate aldınız mı?

    Bizim derdimiz oy yarıştırmak değil, doğru yerde durmak. Ama mesele illa oy meselesiyse, söz konusu iddia esas açısından da yanlış. Şu açıktır: Bırakın Türkiye’yi, bütün Ortadoğu’nun ve bölgenin Kürtleri temsil eden en büyük partisi biziz.

Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz?

    Oy oranlarımıza dayanarak. Türkiye’deki bütün kesimlerden olduğu gibi Kürt vatandaşlarımızdan da en çok oy alan parti Ak Parti’dir. Ama meseleyi Türk-Kürt oy dağılımı meselesi olarak ele almıyoruz. Hangi etnik gruptan kim çok oy alıyor değerlendirmesini sorunlu buluruz. Açıldığı zaman mecburen ifade ediyoruz.