TEMEL MESELE GEÇMİŞTE YAŞANAN TEK TİPÇİ KÜLTÜR POLİTİKALARINA SON VERMEK
 
"Şimdi tabii kültür meselesini konuşmaya başladığımız andan itibaren işte ortak normları, değerleri, birtakım ortak ilkeleri konuşmuş oluyoruz. Aslında bizim Türkiye’nin içerisinde yaşadığımız tartışmaların pek çoğu ulus devletin kuruluş aşamasında ortaya çıkan kültürel travmalarla ilgili. Yani, bugün çözüm süreciyle ilgili yaptığımız tartışmalar, demokratikleşmeyle ilgili yaptığımız tartışmalar. Aslında bütün alt kültürleri yukarıda buluşturacak bir genel kültür alanı, bir üst kültür alanı oluşturamamakla ilgili. Dolayısıyla, belli bir zaman sonra bu kültürel travmalar ortaya çıktığı zaman siyasi dil de birbirinden kopuyor ve siyasi çatışmalar ortaya çıkıyor. Bugün neyi tartışıyoruz? Kuruluş aşamasından sonra ortaya çıkmış olan, Türkiye Cumhuriyeti’nin birtakım vatandaşlarının dillerinin, kimliklerinin, kültürel aidiyetlerinin dışlanmasının arkasından gelen inkar, ret ve asimilasyon politikaları bir sürü travma yarattı Türkiye’de. Şimdi bunu siyasi yollarla çözmeye çalışıyoruz, bir devlet politikasıyla çözmeye çalışıyoruz. Vatandaşlarımızın bir kısmının dışlanmışlığını, bir başka kısmının ötelenmişliğini, bir kısmının kimliğinin bastırılmış olmasını halletmeye çalışıyoruz. Burada tabii önümüze bir şey çıkıyor. Temel mesele, geçmişte yaşanan tek tipçi kültür politikalarına son vermek ve çoğulcu bir kültür politikası çerçevesinde bir sürü alt kültürün kendisini eşit unsur olarak kabul edeceği bir genel kültür alanı oluşturabilmek."
 
 
KÜLTÜRÜN SİVİLLEŞMESİ ÇOK ÖNEMLİ
 
"Yeni anayasa tartışmalarının temelinde de aslında bu kültürel politikaları tartışmış oluyoruz. Şimdi Alevi kimliği, Sünni kimliği, Türk kimliği, Kürt kimliği dediğimizde, bütün bunların hepsini kendisinin çatısı altında eşit unsur olarak hissedeceği aslında daha büyük bir kültürel çatının oluşturulmasını, bu çoğulcu çatının oluşturulmasını kastetmiş oluyoruz. Tabii uzun zaman şey düşünüldü, insan kültürü yaratır diye düşünüldü, ama bugün antropologların da çok imza attığı seçkin araştırmalarda, seçkin çalışmalarda olduğu gibi aslında kültür insanı belirliyor büyük bir oranda. Dolayısıyla, bugün yaşadığımız çatışmalar, oluşturduğumuz yanlış kültürel aidiyetlerle ilgili. Dolayısıyla, içeriğe dönük olarak daha çoğulcu, daha eşitlikçi, kültürel programların artırılması, farklı kültürlerin eşit bir biçimde temas edebilmesi ve bunun içinden kendi sivil dinamikleriyle yeni bir kültürel çatının, yeni bir kültürel aidiyetin ortaya çıkması çok önemli. Burada kültürün sivilleşmesi kavramı çok önemli. Yani, devletin kültürü oluşturması değil tam tersine sivil alanda oluşan kültürel unsurları devletin himaye etmesi, teşvik etmesi önünü açması çok önemli.
 
Bir de tabii bölgemizde bir mesele var, Arap devrimiyle birlikte yeni tartışmalar ortaya çıkıyor, bölgemizde yeni entegrasyon alanları ortaya çıkıyor, yeni siyasi karşılaşmalar, yeni siyasi yüzleşmeler ortaya çıkıyor. Burada en önemli mesele, bizim artık aramıza oryantalizmin soktuğu çeviri tanımalardan kurtulup birbirimizi doğrudan tanıyabilmek. Bunun için de ortak bir dil oluşturmamız gerekiyor. Yani, Mısırlının Rus’u, Rus’un Türk’ü, Türk’ün Avrupalıyı oryantalistlerin çalışmalarından tercüme yoluyla tanımak yerine, doğrudan bizim kendi medeniyet havzamızı ya da jeostratejik havzamızı doğrudan tanıyacağımız bir kültürel atmosferin oluşması gerekiyor ki ortak bir dil oluşturabilelim."
 
 
TURİZM POTANSİYELİMİZ ARTIYOR
 
"Ulus devletlerin ortaya çıkmasında her ulusal tarih kendisini diğerlerine karşı bir yerde konumlandırarak bunu yaptı, bu da tabii yeni entegrasyonların oluşması yönünde bir engel teşkil ediyor. Bugün daha eşitlikçi, daha çoğulcu ve daha geniş perspektiften bakan tarihsel anlayışın oluşturulması, ortak dilin oluşturulması, işte bütün bu kültürel havzanın meydana gelmesi gerekiyor ki siyasetin ve ekonomik entegrasyonların önü açılabilsin, çoğulcu ve eşit bir şey oluşabilsin. Dolayısıyla biz Kültür ve Turizm Bakanlığının kültür kısmında hem ülkenin içerisindeki bu siyasi tartışmaları yatay kesen bir unsur olarak bunlara yeni bir perspektif verecek unsur olarak kültürel programların gelişmesini çok önemsiyoruz, bunlar üzerinde çalışıyoruz. Bir de, bütün bir bölgemizde, jeostratejik havzamızda ortak dilin oluşması için, ortak tarih, kültür çalışmalarının yapılmasının siyasetin açmaya çalıştığı zemini güçlendirecek yegane unsur olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, bir de kültürel havzamızla ilgili böyle bir yaklaşımımız var. Tabii burada turizm enteresan bir biçimde geleneksel niteliğinin dışında yeni nitelikler kazanıyor, artık insani diplomasinin temel zemini haline geliyor turizm. Bütün bu siyasi tartışmalar oluşurken, bütün bu yeni fay hatları meydana gelirken, yeni yüzleşmeler, yeni entegrasyonlar ortaya çıkarken kaosun içinden düzen, düzenin içinden yeni kaoslar ortaya çıkarken, insanların birebir karşılaşması, yani bugün dünyada bu kadar büyük miktarda insanın bir yerden bir başka yere hareket etmesi bütün bu konuştuğumuz konuların merkezinde yer alıyor. Mesele sadece gezme, eğlence ya da ekonomik boyutuyla ele alınacak bir mesele değil, burada da bir meydan okuma var. Bu kadar insanın dünyanın bir yerinden başka bir yere hareket etmesi, ekonomik ve siyasi anlamda da doğru okunması gereken bir mesele. Burada Türkiye açısından tabii ki ortaya çıkan rakamlardan çok memnunuz, geçen yılın ilk üç ayına göre bu yıl yüzde 22 oranında artış var. Enteresan bir biçimde de Türkiye’ye gelen turist sayısında yüzde 22’lik bir artış varken, bu üç ayda Türkiye’den yurt dışına gidenlerin sayısında da yüzde 24’lük bir artış var, bu tabii Türkiye’nin dinamizmini gösteriyor. Ama klasik tanımların ötesine çıkan, yani turizmi insani diplomasinin merkezine oturtan bu yeni oluşumlar içerisinde artık Türkiye’nin sadece doğal ve kültürel güzellikleri değil, Türkiye’nin demokrasisi, Türkiye’nin dış politikası, Türkiye’nin ürettiği çözüm süreci, Türkiye’nin içerisinde yaşanan tartışmalar, Türkiye’nin dünyayla kurduğu ilişki, Türkiye’nin tanınmasıyla ilgili yepyeni boyutlar ortaya çıkarıyor."
 
 
ÇÖZÜM SÜRECİ YATIRIMCILARI İŞTAHLANDIRDI
 
"Dün açık rakamlar vardı, büyük oranda doğuda yatırım yapmaya dönük olarak büyük bir hareketlilik var rakamlarla kesin, bir de batıda yatırım yapmayı düşünüp de bu yeni süreçle birlikte yatırımlarını Güneydoğu ve Doğu’ya kaydırmak isteyenlerde büyük bir artış var. Dolayısıyla, hep söylediğimiz gibi çözüm sürecinin aslında Türkiye’nin sosyal barışını güçlendirmek, yenilemek açısından büyük bir ivme yaratacağını söylüyorduk, bunun işte ekonomik sonuçları da ortaya çıkmaya başladı. O bölgelerden kaçan yatırımlar, o bölgelere daha büyük bir iştahla yönelmeye başladı. Bunun inşallah somut sonuçlarını rakamlarda da çok net bir şekilde tespit edeceğiz."
 
 
SURİYE’DEKİ ZALİM REJİME KARŞI TUTUM DEĞİŞMEYECEKTİR
 
"Türkiye’nin Suriye politikası ilkelere dayanan bir politikadır. Meşruiyetini kaybetmiş, kendi halkını katleden zalim bir rejime karşı Türkiye’nin tabii ki tutumunda bir değişiklik olmayacak. Bu meseleyi maalesef sanki Türkiye ile Suriye arasında ikili bir mesele gibi sunmaya çalışanlar var. Bu, Türkiye ile Suriye arasında ikili bir mesele de değildir. Bu, uluslararası toplum, uluslararası hukuk ve uluslararası meşruiyetle Suriye rejimi arasındaki bir meseledir. Türkiye burada uluslar arası toplum ve uluslararası hukukun yanında, uluslararası meşruiyetin yanında durmaktadır. Şimdi önümüze gelen tabloda bugün bizim muhalefet partimiz başta olmak üzere Türkiye’nin işin içine fazla girdiğini iddia edenler, aslında bunu söyleyerek orada bizatihi işin içine rejim yanlısı olarak girmiş unsurları gözden saklamaya çalışıyorlar."
 
 
ANAMUHALEFET BAŞBAKAN’A KULANDIĞI USLÜBU NEDEN ESAD’A KULLANMIYOR
 
"Tabii şu: Ne hezimettir, ne değildir, bunun değerlendirilmesi konusunda açık ve net bir biçimde Cumhuriyet Halk Partisiyle bir ilkeler konusunda, uluslararası meselelere yaklaşımdaki ahlaki tutarlılık konusunda net bir ayrılığımız var. Dolayısıyla biz bu bağlamda baktığımızda bu eleştiriyi herhangi bir yerinden tutup da değerlendirmemiz mümkün değil. Kullanılan dil de medeni bir dil değil zaten. Medeni bir dil olmadığına biz değil işte Avrupa’daki Sosyalist Grup Başkanı Swoboda gereken cevabı vermiş oldu.
 
Şimdi buradaki mesele şu, şu soruyu soralım: Niçin Türkiye’deki Ana Muhalefet Partisi, Başbakanımıza dönük olarak kullandığı ifadelerin yarısını Esad’a karşı kullanmamıştır? Niçin muhaliflere verilen lojistik desteği eleştiren Ana Muhalefet Partisi, orada bizzat girip rejimin safında muhalifleri öldürmek üzere askeri faaliyette bulunan, silahlı faaliyette bulunan birtakım devletlere ya da birtakım örgütlere karşı herhangi bir şekilde bir kınamada bulunmamıştır?"
 
 
ESAD’IN GİTMESİ KONUSUNDA TEMEL BİR MUTABAKAT ORTAYA ÇIKMIŞTIR
 
"Uluslararası bu sorunlara yaklaşım konusundaki ahlaki farklılığımızın altını çizen bir mesele bu. Biz burada ahlaki bir temelde halkını katleden bir rejime meşruiyet temelinde bakıyoruz. Biz şimdiye kadar gördüğümüz kadarıyla Ana Muhalefet Partisi başka birtakım yaklaşımlarla bu konuyu değerlendiriyor; bunlar duygusal yaklaşımlar olabilir, ideolojik yaklaşımlar olabilir.
 
Şimdi ne yapabilirdi Türkiye? Türkiye, kendi vatandaşlarının akrabası olan insanlar bir rejim tarafından öldürülürken bunlara sahip çıkmayacak mıydı? Çıkacaktı. Ve bu Türkiye açısından ahlaki bir duruştur. Yani, burada siyasi önceliklerden önce ahlaki mesele temel meseledir ki siyasi öncelikler açısından da tarihin doğru tarafında duruyoruz.
 
İkincisi; bu şeyden bir sonuç çıkmadığını söyleyenler oradaki temel şeye baksınlar.
 
Birincisi; Esad’ın gitmesi gerektiği konusunda temel bir mutabakat ortaya çıkmıştır. Bunun yöntemi konusunda bir süreç olarak ikinci Cenevre süreci işletilecektir. Dolayısıyla ikinci Cenevre süreci diplomatik bakımdan Esad’ın gitmesi gerektiği konusundaki mutabakatı da içeren bir süreç olarak önümüze gelmektedir. Şimdi Türkiye’yi eleştirirken dolayısıyla ortaya çıkan, uluslararası toplum tarafından ortaya koyulan bu iradeyi de görmek gerekir. Türkiye’nin iradesi Arap Birliği’nin iradesiyle paraleldir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulda Suriye’yi kınayan 100’ün üzerindeki devletin iradesiyle paralel bir iradedir. Türkiye’nin iradesi, Suriye’nin Dostları Grubunu oluşturan devletlerin iradesiyle paralel bir iradedir. Yani, sanki bu sadece Türkiye’nin Suriye ile olan ikili bir meselesi gibi ortaya koyulmaya çalışılıyor ki bu fevkalade yanlış. Tabii ki bu kadar geniş bir sınırdan dolayı çok olumsuz etkileniyoruz, dolayısıyla bu konuda daha çok tepki vermemiz, bu meselenin bizim açımızdan öncelikli mesele olarak ele alınması gayet doğaldır tabii ki."
 
 
SURİYE SORUNU TÜM BÖLGEYİ ETKİLİYOR
 
"Sonuç itibariyle Ürdün’ü etkiliyor, sonuç itibariyle Lübnan’ı etkiliyor. Yani, bütün bir bölgesel barışı doğrudan ve olumsuz olarak etkileyen bir mesele. Şimdi sınırlarımızda daha büyük bir istikrarsızlığın ortaya çıkması tehdidi de ortaya geliyor. Ayrıca, uçağımızın düşürülmesinden bu Reyhanlı meselesine kadar bir dizi provokasyonla Türkiye karşı karşıya. Dolayısıyla, burada Türkiye elindeki uluslar arası meşruiyet ve hukuk içerisinde eldeki bütün imkanları kullanarak kendi milli çıkarlarını korumaktadır. Türkiye’nin milli çıkarlarını korumanın ötesinde bir refleksi ya da inisiyatifi yoktur burada. Ve bunu da uluslar arası toplumla paralel bir biçimde yapmaktadır. Bu sürecin bu şekilde katliamlar devam ederken önüne herhangi bir takvim konulmamış olsa bile herhangi bir oyalama süreci olmayacağı, çok kısa bir vadede işleyip işlemeyeceğinin görüleceği açıktır. Zaten bu hemen hemen bir toplantı, iki toplantı neticesinde bu sürecin ne şekilde işleyeceği ya da buradaki katliamların durması konusunda, halkın iradesine dönük bir idarenin ortaya çıkması konusunda herhangi bir sonuç doğurup doğurmayacağı çok net bir biçimde ortaya çıkacaktır.
 
Bir de, tabii Esad’ın gitmesi gerektiği konusunda böyle büyük bir mutabakat ortaya çıkmışken, bu bir şekilde diplomasinin belki de son imkanını da kullanmak şeklinde bir süreç olarak önümüze gelecektir."
 
 
TÜRKİYE’NİN MİLLİ GÜVENLİĞİNİ SAĞLAMAK İÇİN TÜM TEDBİRLER ALINIYOR
 
"Zaten devletin gözü kulağı bütün imkanlarıyla, bütün kurumlarıyla bu tip meselelerin üzerindedir. Yani, yüksek bir kapasiteyle, yüksek bir performansla, yüksek bir dikkatle zaten bu meseleler takip ediliyor. Sayın Başbakanımız biraz evvel Türkiye’ye geldi. Gelişinde de yaptığı açıklamada olduğu gibi, bu meseledeki süreç devam ediyor. Netice itibariyle bugün ne kadar şüpheli gözükürse gözüksün tutuklanan ya da başka aranan kişiler yargının nihayetinde karar vermesi gereken bir süreçle karşı karşıyayız. Ama şu var: Yani, bu mesele Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu tehdidi çok açık bir biçimde zaten net bir biçimde ortaya koyuyor. Bunu Türkiye muhaliflere verdiği desteğin neticesi olarak böyle bir saldırıya uğradı şeklinde okumak, aslında meseleyi öncelikle Türkiye’nin savunması, Türkiye’nin uğradığı bu saldırı karşısında bunu yapanların kınanması meselesinden çıkarıp başka bir enstrümana dönüştürmek demektir. Yani, etrafımızda bu kadar büyük istikrarsızlık olurken, Lübnan’ı sarsacak kadar, Ürdün’e bu kadar insanın yığılmasını gerektirecek kadar büyük bir şey ortaya çıkmışken, Türkiye maalesef böyle bir durumla karşı karşıya kaldı. Bir uçağını da kaybetti. Burada Türkiye’nin milli güvenliğini sağlamak için kuşkusuz bütün tedbirler alınıyor. Burada beklenmesi gereken, yani arzu edilen şuydu: Bütün bir muhalefetin önce topyekun olarak bu saldırıyı kınaması, bunun karşısında Hükümetle, devletle tam bir işbirliği halinde olacağını açıklaması, ondan sonra arzu ediyorlarsa, varsa eleştirileri kaygıları, gerekirse Türkiye Büyük Millet Meclisinde bir kapalı oturumda bunun konuşulması şeklinde bir mekanizma işletilmeliydi. Şimdi Türkiye’nin uğradığı bir saldırı karşısında, tarihinin en büyük terör eylemi karşısında muhalefetin iki önemli partisinin Hükümeti eleştiren bir pozisyon alması, kuşkusuz ki asıl zafiyet buradadır. İstihbaratla ilgili bir zafiyet varsa giderilir, bir koordinasyon meselesi varsa giderilir, çünkü önümüzde büyük bir tehdit var. Zafiyet hiçbir şekilde söz konusu olmaksızın da bunlar olabilir. Sayın Başbakanımız da her türlü ihtimale açık bir biçimde zaten Başbakanlık Teftiş Kurulunu bu konuda çalıştırma talimatı verdi. Ama temel mesele burada, bu siyasi zafiyetin ortaya çıkmasıdır. Muhalefet partilerinde siyaset yapan arkadaşlarımızın buradaki tek tek düşüncelerini değerlendirmiyoruz, partilerin kurumsal görüşlerini, şimdiye kadar genel başkanlar düzeyinde yapılan açıklamalarını değerlendiriyoruz. Yoksa oradaki pek çok arkadaşımızla pek çok konuda ortak bir tutum geliştirebiliyoruz, ortak bir duygu noktasına varabiliyoruz. Konuştuğumuz konu o değil, konuştuğumuz konu, muhalefet partilerinin bu tip bir durumda davranış şekliyle ilgili ortaya çıkan ve asıl Türkiye ile ilgili zafiyet görüntüsünü veren tutum meselesidir. Bakın benzer bir durum dünyanın başka yerlerinde meydana geldiği zaman buna topyekun olarak o ülkenin milli güvenliği konusunda topyekun ve tek bir ses çıkar. Ondan sonra diğer unsurlar birtakım iç mekanizmalar vasıtasıyla tartışılır. Türkiye’deki şu anda ortaya çıkan temel mesele; Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanının Avrupa’da söyledikleri, ondan sonra bu Reyhanlı meselesinde ortaya çıkan, Ana Muhalefet Partisi CHP’nin ve ardından MHP’nin tutumları, Türkiye’de şu anda gözüken en büyük zafiyet noktası olarak belirmektedir. Geçen seçimlerin temel konusu yeni anayasa yapılması meselesiydi. En ücra gittiğimizde vatandaşımız bize ekonomik meselelerden çok, o zamanın aktüel meselelerinden çok yeni anayasa meselesini soruyordu. Dolayısıyla, bütün partiler bunu taahhüt ederek girdiler. Daha sonra benim başkanlığımda bir heyet partimiz adına diğer muhalefet partilerini ziyaret ettik ve bu sürecin başlaması konusunda bir mutabakat ortaya çıktı. Halkımızın büyük bir taleple yeni anayasa yapma görevini Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne vermesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne şeref bahsetmiştir, şereflendirmiştir, onurlandırmıştır Meclisi böyle bir görevin verilmesi.
 
Şimdi dolaysıyla, yeni anayasa ve bu Türkiye’nin ilk sivil anayasası olacak, siyasetin meşruiyeti için, sivil siyaset için ontolojik bir meseledir, yani bu meselenin yapılmasının dışında bir alternatifi yoktur; en azından biz AK Parti olarak böyle düşünüyoruz. Yani Türkiye için yeni anayasanın yapılması siyasal meşruiyet açısından ontolojik bir meseledir. Dolayısıyla, biz sonuna kadar yeni anayasa yapılması meselesini zorlamak durumundayız. Çünkü vatandaşımızla, aziz milletimizle kurduğumuz bağ ve sivil siyasetin meşruiyetine atfettiğimiz önem bunu gerektiriyor bizim açımızdan.
 
Türkiye zaten 12 Eylül’de ortaya çıkan, anayasa denilen o metin anayasa olmaktan çok bir darbe deklarasyonuydu. Dolayısıyla, bir sürü değişiklikle Türkiye’nin yönetilmesi açısından kolaylıklarla donatıldı. En son 2010 referandumunda medeni bir yapıya kavuşturulması yönünde çok büyük devrimci bir ilerleme sağlandı, ama bu Türkiye’ye yetmiyor. Türkiye’nin geldiği bu noktada, Türkiye’nin demokratik kapasitesinin, ekonomik kapasitesinin, dış politika kapasitesinin bu kadar büyüdüğü bir noktada bu anayasayla Türkiye’nin yönetilmesi ve Türkiye’nin dünyada rekabet edebilir bir ülke olarak daha büyük bir ivmeyle yoluna devam etmesi mümkün değil.
 
İkincisi; bu saatten sonra Türkiye bu kadar büyümüşken, hem siyasal olarak, hem ekonomik olarak, bu anayasanın varlığı artık Türkiye’yi aşağıya çekmeye başlayan bir unsur olur. Yani mesele şudur: Moody’s’ın not artırma konusundaki Türkiye’nin hakkını teslim etmesi karşısında yeni bir anayasanın yapılmaması, Türkiye’nin kendi notunu kendisinin aşağıya çekmesi şeklinde bir ivme ortaya çıkarır."
 
 
ARAP BAHARINI YAŞAYAN ÜLKELERDE ANAYASA ÇALIŞMASI BİTTİ, BİZDE MAALESEF BİTMEDİ
 
"Şimdi gelinen noktada yapılamıyor, yani Uzlaşma Komisyonu bu kadar zamandır faaliyetine devam ediyor. Bizim Uzlaşma Komisyonumuzun kurulmasından sonra, Arap baharı ülkelerinde anayasa çalışmalarına başlayan ülkeler oldu, onlar bitirdiler, bizde bitmedi maalesef. Biz AK Parti olarak Uzlaşma Komisyonu üyelerimizin de içinde olduğu bir heyetimiz var partinin içerisinde, hiçbir taslağımızı vaktinden geç vermedik, yüksek bir performansla ve ilgiyle çalışıyor bizim bu komisyonumuz; daha önce de yaptığımız zaten anayasa çalışmaları vardı. Biz dolayısıyla yeni bir anaysa taslağı sunmaya da hazır durumdayız, aynı zamanda Uzlaşma Komisyonu içerisindeki her gündem maddesiyle ilgili önerilerimiz de hazır durumdadır. Ama gelinen noktada, temel hak ve hürriyetlerde bile istenilen bir noktaya gelinemedi.
 
Şimdi şuna kamuoyumuzun çok dikkat etmesi gerekir ve herkesin bunu incelemesi gerekir: Yani bugüne kadar muhalefet partilerinin sunduğu öneriler, şimdi AK Parti’yi suçluyor Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi, ama sundukları önerilere bakalım; hakikaten Türkiye’nin yeni bir anayasaya kavuşması yönünde bir irade mi ortaya çıkarıyorlar, yoksa eski Türkiye’nin son anayasasını yaparak eski Türkiye zihniyetini devam ettirmek yönünde bir irademi sergilemeye çalışıyorlar? Bize göre, bizim değerlendirmemiz, işin uzamasının sebebi de budur.
 
Biz, yeni Türkiye’nin ilk anayasasını tam bir iradeyle ve evrensel standartlarda bir anayasa çalışması olarak ortaya koymak istiyoruz. Ama bakıyoruz ki, karşımızdaki bütün taktikler, stratejiler aslında anayasa meselesinin tartışılması üzerinden gitmiyor, eski Türkiye zihniyetinin ve mekanizmalarının korunmasını sağlamaya dönük olarak anayasa çalışmalarına taktiksel bir işlev atfediliyor."
 
 
BAŞKANLIK SİSTEMİ AKPARTİ’NİN OLMAZSA OLMAZI DEĞİL
 
"Biz şunu da söyledik: Dedik ki, anayasanın diğer kısımlarında tam bir uzlaşma sağlanabiliyorsa, anlaşma sağlanabiliyorsa, başbakanlık sistemini AK Parti geri çeker. AK Parti için olmazsa olmaz bir mesele değildir başkanlık sistemi. Türkiye’de sistem tartışmaların yapılmasını her zaman verimli görürüz sistem daha iyi nasıl işleyebilir diye; ki başkanlık sistemi meselesi rahmetli Özal zamanında da tartışıldı, Cumhurbaşkanıyken Demirel o zamanda da tartışıldı, bugün de tartışılıyor.
 
Ama şunu soralım biz burada: Eğer başkanlık sistemi tartışmalarının dışında muhalefet partilerinin eğer parlamenter demokratik sistemin devam etmesi yönündeki arzularını dikkate alırsak, şimdiye kadar verdikleri teklifler, evrensel standartlarda, Avrupa Birliği standartlarında bir parlamenter demokrasinin Türkiye’de tahakkuk etmesi için, ihdas edilmesi için öneriler teklifler midir, yoksa onun gerisinde midir? Bizim bütün tespitlerimiz, ileri ve çağdaş standartlara uygun bir parlamenter demokratik sistem de önermiyorlar, bunun çok gerisinde, dediğim gibi, eski Türkiye’nin yeni birtakım mekanizmalarla devam ettirilmesi şeklinde birtakım önerilerle geliyorlar. Şimdi... AK Parti’nin verdiği öneride de Türk milleti ifadesi geçiyor. Yine bu meseleyi rayından çıkarmak üzere üretilmiş sanal bir tartışma.
 
Şunu soralım: Milletin adının ifadelendirilmesiyle ilgili bir tartışma değil esasında. Burada milletin içeriklendirilmesiyle ilgili bir tartışmayı gözden kaçırmaya çalışıyorlar.
 
Siz şunu kabul ediyor musunuz: Yani bu ülkede farklı dinlerden, farklı mezheplerden ve farklı etnik gruplardan oluşan tek bir milletiz. Burada farklı kimliklerin arasında bir hiyerarşi olmadığını, farklı kültürel aidiyetlerinin hepsinin eşit olduğunu, bütün bu alt kültürlerin toplamının Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturduğunu, yani 1920’lerin ifadesiyle, bütün bu kültürlerin, bütün bu kimliklerin, bütün bu ifadelerin, aidiyetlerin birleşik Türkiye ahalisini oluşturduğunu demokratik bir zihniyet kabul ediyorsanız mesele yok. Şimdi bakın, cumhuriyet-demokrasi ilişkisinde 2 temel akım vardır. Bir tanesi; cumhuriyet ve demokrasi arasında doğrudan bir bağ olmadığını, cumhuriyet olan yerde demokrasi olamayabileceğini, demokrasi olana yerde cumhuriyet olamayabileceğini söyler. Bu siyaset biliminde de teorik tartışmalardan bir tanesidir. Biz cumhuriyetle demokrasi arasında en azından Türkiye’de zorunlu bir bağ olması gerektiğini düşünüyoruz, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin tam demokratik bir devlet olması gerektiğini düşünüyoruz. Dolayısıyla, cumhuriyetle ilgili zaten bir tartışma yapılmıyor. Burada yapılan temel tartışma nedir? Milletin tanımı meselesinden tutun da, isimlendirilmesi meselesinden tutun da cumhuriyet-demokrasi ilişkisine kadar temel tartışma, bunun nasıl içeriklendirileceğiyle ilgili bir şeydir. Biz cumhuriyet rejiminin tam demokrasiyle içeriklendirilmesini savunuyoruz, onlar ise cumhuriyet rejiminin yarı demokrasiyle ya da eksik bir demokrasiyle içeriklendirilmesinin yeterli olacağını bugüne kadar verdikleri tekliflerle ortaya koyuyorlar. Gelinen noktada, buradaki bizim mantıken geldiğimiz nokta, cumhuriyetin tam demokrasiyle içeriklendirilmesi bizi şu noktaya getiriyor: Türk milletinin de, Türkiye ahalisinin de, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki bütün kimliklerin, bütün kültürel aidiyetlerinin aralarında hiçbir hiyerarşi gözetilmeksizin, bunların kültürel aidiyetleri arasında, geçmişleri arasında, kültürel varlıkları arasında, en önemlisi de dilleri arasında, resmi dil ayrı bir mesele, herhangi bir dilin diğer bir dile üstünlüğü şeklinde, herhangi bir kültürün diğer bir kültüre, herhangi bir kimliğin diğer bir kimliğe üstünlüğü şeklinde herhangi bir ima, ifade ya da uygulama söz konusu olmaksızın, eşitlikçi ve çoğulcu bir biçimde içeriklendirebiliyorsak milletin tanımını, Cumhuriyeti böyle bir demokrasiyle donatabiliyorsak, zaten isimlendirmede problem kalmaz. İsimlendirmeyle çok problemi olan kimse de yok. Bu aynı bayrak meselesi gibi, bununla da çok problemi olan kimse yok. Ama siz isimlendirme tartışmasını, içeriklendirme tartışması örtbas etmek üzere başka bir noktaya çekerseniz, işte asıl problem orada çıkıyor.
 
Bugün şunu söyleyebiliyorlar mı açık bir biçimde: Türk milleti, Türkiye ahalisi, Türkiye milleti, bütün bu tartışma yapılırken, ortaya koyulan bu ifadelerde biz Türkiye Cumhuriyeti’ndeki farklı etnik grupların kimlikleri, farklı din ve mezhepleri arasında herhangi bir hiyerarşi gözetmeksizin eşitlikçi ve çoğulcu bir millet tanımını istiyoruz diyebiliyoruz, diyebiliyorsa zaten mesele yok."
 
 
YENİ ANAYASA İÇİN ELDEKİ BÜTÜN MEKANİZMALARI DENEMEK DURUMUNDAYIZ
 
"Biz yeni anayasa yapılması için eldeki bütün mekanizmaları denemek durumundayız. Çünkü dediğim gibi, yeni anayasa sivil siyasetin meşruiyeti açısından ontolojik bir meseledir, yani bu bir siyasi tercih, siyasi bir taktik meselesi değildir. Biz dolayısıyla, bu siyasal meşruiyeti korumak için, bu siyasal meşruiyeti ayakta tutmak için yeni anayasa meselesiyle ilgili bütün yöntemleri, bütün mekanizmaları deneme konusunda kararlıyız. Bunu isteriz ki 4 partinin iradesiyle çıkartalım, ama 4 partinin iradesiyle olmuyorsa hangi partiyle yapılabiliyorsa, o da olmuyorsa tek başımıza bütün bunları deneriz. En azından burada tabi ki sonuç odaklı olarak bu sonucu da almak isteriz. Ama sonucu alamıyorsak, en azından biz milletin huzuruna gittiğimizde, milletin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verdiği yeni anayasa yapma görevi konusunda üzerimize düşen mükellefiyeti yerine getirdiğimizi milletimize ifade etmek isteriz müsterih bir şekilde."
 
 
SİLAHLA HAK ARAMA MÜCADELESİ TÜKENMİŞTİR
 
"Türkiye tamamen yerli bir inisiyatifle, yerli yöntemle, yeni bir model üreterek, kendi ülkesi içerisindeki ülkenin demokrasisini ve sosyal barışını tehdit eden silahlı unsurların ülke toprakları dışına çıkarılması için bir inisiyatif ortaya koydu. Bunun Meclis ayağı var, bunun siyaset ayağı var, bunun sivil toplum ayağı var. Gelinen noktada, bunun bölgedeki gelişmeleri değerlendirdiğimizde ne kadar doğru bir iradeyi ve inisiyatifi ortaya koyduğunu daha net bir biçimde görüyoruz.  Devletin vasıf üzerine ya da milletin niteliği üzerine herhangi bir pazarlık yürütülüyor değildir.
 
Burada, işte yıllarca İran modeli tartışıldı, İspanya modeli tartışıldı, başka modeller konuşuldu, Güney Afrika modelinden bahsedildi çeşitli mekanizmalarla ilgili, Türkiye de bir sürü şeyi geçmişte demeye çalıştı. Ama netice itibarıyla, demokratikleşmeyle güvenlik meselesi bir eşgüdüm halinde, bir iç içelik biçiminde götürülemediği için, biri yapıldığında diğeri yapılmadı, diğeri yapıldığında biri yapılamadı. Ama Türkiye’nin geldiği noktada, Türkiye’nin demokratik kapasitesi artık Türkiye’de herhangi bir şekilde silah yoluyla hak arama mücadelesi iddiasında olanların argümanlarının herhangi bir şekilde geçerliliğinin olmadığını çok net bir biçimde gösteriyor, bunların hepsi tükenmiştir artık. Gelinen nokta, artık Türkiye’nin büyümesini, Türkiye’nin demokrasisini herkesin eşit bir biçimde paylaşacağı bir zeminin ortaya çıkması, sosyal barışın güçleneceği bir zeminin ortaya çıkmasıdır. Bu silahlı unsurlar da Türkiye’yi terk ediyorlar. Bunu kimisi hukuken suç sayıyor, kimisi başka mekanizmalarla suç sayıyor. Bakın, silahlı birtakım unsurların ülke topraklarını terk etmesi meselesi temel meseledir. Bunu şu ya da bu hukuki şekli yorumla suç olarak nitelendirmek bile, Türkiye’nin sosyal barışı ve Türkiye’nin terör tehdidinden kurtulması konusundaki iradesi konusunda nasıl bir çarpık algıya sahip olunduğunu açık bir biçimde gösteriyor.
 
Bakın, dün gerçekleşen bir olay, Suriye’deki PYD’yle, yani Suriye’deki PKK koluyla Kuzey Irak’taki Barzani’ye bağlı unsurlar arasında, işte orada El Parti diye bir oluşumları var, bunlar arasında bir çatışma ortaya çıktı. PYD El Parti’den 74 kişiyi tutukladı, onlar da Kuzey Irak’a geçişlerini yasakladılar. Şimdi bakın, Türkiye’nin ortaya koyduğu bu irade, bu büyük istikrarsızlık alanı içerisinde aslında Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için de demokrasinin ve Türkiye’nin ekonomik gelişmesinin daha etkili bir biçimde nasıl götürülebileceğini, onlara nasıl yansıtılabileceğini ortaya koyan yüksek bir irade olarak ortaya çıkıyor. Daha önce Kürt kimliği etrafında tek bir ses olarak konuşuruz diyenler bile kendi aralarında bu tip sorunlar yaşıyorlar, bu tip çatışmalar yaşıyorlar. Dolayısıyla bu, tam bir Türkiye projesidir. Şu ana kadar gelinen noktada tabi ki eleştirileri dikkatle gözlemliyoruz, tabi ki kaygıları dikkate alıyoruz, ama nihayetinde bu bir devlet projesidir ve gelinen noktaya kadar da, Türkiye’de kaygıları haklı çıkartacak, endişeleri kışkırtacak herhangi bir sonuç da olmadan bugüne kadar gelinmiştir, inşallah netice de o noktaya gelecektir. O sorduğunuz diğer konular, herhangi bir suça bulaşmamış kişiler için zaten mekanizmaların doğal olarak işleyeceği kendi toplumsallığı içerisinde gerçekleşecek unsurlar."
 
 
MESELE; DEVLET-SANAT ÜRETİMİ İLİŞKİSİNİN YENİDEN SİVİLLEŞME VE ÖZGÜRLEŞMESİ
 
"Şimdi bakın, mesele tiyatro meselesi değil. Mesele, devlet-sanat üretimi ilişkisinin nasıl algılanacağıyla ilgili bir mesele. Türkiye’de devlet-sanat üretimi ilişkisi, çağdaş dünyada karşılığı olmayan bir ilişki, devletçi bir model, çok geride kalmış bir mekanizma. Zaten benim Bakanlığımdan önce de Hükümet kararı olarak bu yapılanmanın değiştirileceği, yeni bir modelin ortaya koyulacağı, Avrupa Birliği standartlarında bir modelle ilgili bir taslak çalışması da vardı. Bu şekilde sanat-kültür alanının sivilleşmesi, özgürleşmesi, çoğulculaşması, devletçi mantıktan kurtulması için yeni bir mekanizmanın, yeni bir düzenlemenin ortaya koyulması gerektiği konusunda zaten kültür-sanat dünyasında da, Bakanlık içerisinde de oluşmuş bir görüş vardı. Daha önce de Hükümet kararı bu şekilde ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla, mesele tiyatro meselesi ya da opera, bale meselesi ya da şu sektör meselesi değil. Mesele; devlet-sanat üretimi ilişkisinin yeniden sivilleşme, çoğulculaşma ve özgürleşme bağlamında çağdaş standartlara uygun olarak düzenlenmesi meselesidir."