Haziran ayının taş eriten sıcağı bunaltıcı etkisiyle üzerime çökünce, evin gölgeden yana odalarından birinde uzanmış radyo dinliyordum. İnsanı oyalayıp, işleyişindeki meşkulüyetiyle zamanını çalan teknolojik aletler sadece televizyon ve evdeki müzik setinden ibaretti. O yıllarda radyo mühim bir arkadaş, dinlemek ayrı bir zevkti. Sene 1998’di ve o zamanların kısıtlı koşullarına rağmen daha mutluyduk... Ayın 27’si saat öğleden sonrayı biraz geçip, akşama doğru gelmişti. Uzandığım yer; somya dediğimiz, ahşaptan yapılan ve örtüsü kırlentleri özel olarak diktirilen, günümüz modern koltuklarının eski bir haliydi. Çocukluğumun tamamı ve gençliğimin bir kısmı bunlarla geçmiş, hatıralarımda ayrı bir yere sahipti. 

Radyodan gelen ezgilerin büyülü etkisi hayallerimi büyütüp, eksik yanlarıma amaç yüklüyordu. Bu amaçlar yürüdüğüm yaşam yolunda, engellere karşı güçsüz bedenimin Hızır misali destekçisi görünüyordu. Zamana ayak uydurmuş biçimiyle ne geriye dönüyor, ne olduğu yerde duruyordu. Dinlenmek bilmeyerek daima ileri gidiyor, her adımıyla beni biraz daha yoruyordu. Herkes bir adım atarken, başarmanın emeğini ‘bir’ sarf ederken, daha fazlasını sarf etmek bana düşüyordu. Kimsenin üzerinde olmayan bu yük bende olağan haliyle kendini var ediyordu. Zamanla bu tempolu koşuşturma, neticesinde bana başarıyı getiriyor ama beni olağandan fazla yoruyordu ve yorgunluğumun adresi bunu çok iyi biliyordu.  

Değerleri görüp gözetsede; yüreğimi inciten, yalnızlığın köşeme çekildiğim anlarında göz yaşlarımı döktüren, yüreksiz irite edici olumsuz sözleri ve bakışları umursamıyordu. Bu dışa dönük yüzümün dimdik ayakta olduğunu gösteriyor, aslında içim kan ağlıyordu. Somyaların altı bedenimi alacak kadar genişti ve bu genişlik zaman zaman daralmış olan içimi rahatlatıyordu. Oturma bölümünden aşağıya sarkan örtüsü, içerde görünmez ve karanlık bir ortam yaratarak, hüzünlerimle bir başıma kalmamı sağlıyordu. 
Sık sık yaşadığım olumsuzluklara insanların katkısı ve çabası birincil etkendi ve bu durum cahillikle birebir örtüşüyordu. Birçok faktörün etkisinde olan vicdan, bu vücutların olgunlaşmamış ham bir meyvesi  gibi duruyordu. Değiştimeye harcayacak boşa zamanım olmadığı gibi, anlama kapasitelerinde zerre yer de görünmüyordu. Bu canlıların bende yaratacaklarına karşı acılarımla gözyaşlarımı akıtmak daha mantıklı geliyor, hayret edilecek şekilde bu durum huzur ve umut veriyordu. 

Somyaların hep altı değil, üstü de mühimdi. Ve o gün üzerinde uzanarak dinlediğim müzikle biraz keyif yaptığım anlarda, umut ekiyordum düşlerimin bahçelerinde boş bulduğum gelecek zamanlara. Aniden bir uğultuyla sarsılan somyanın bağlantılarının gıcırtıları, yıkıp geçiyordu tüm bu anları. Sarsıntılar doğanın gücüne olan karşı konulmaz büyüklükle artıyor ve yanımda ki duvarı çapraz şekilde çatlatarak, yan odaya bakan istenmeyen bir pencere açılıyordu. Sarsıntılarla birlikte doğrulup dışarı doğru hareketlenen bedenim, başka bir odada bulunan küçük ablamı çağırıyor ve bu işleri saniyeler içinde yapıyordu. Dışarı çıktıktan sonra gördüm ki oturduğumuz ve diğer evleri, deprem oradan oraya savurmuştu. Yaklaşık 20 saniye süren bu sarsıntılar bitince, bir kenara çekilip oturmuştum. 

Deprem benimle birlikte hayallerimi de sarsmıştı. Üzerime çatlayan duvarların molozları dökülmüş, hayallerimi ölü toprağı gibi örtmeye çalışmıştı. Oysa, somyanın altında olsam o buna engel olacaktı. Gördüm ki somyaların altında sadece hüzünlerimin ve gözyaşlarımın değil, umutlarımında çoğalma şansı vardı. Depremin yaşattığı sarsıntıyla, somyaların altı daha bir anlam kazanmıştı. Somyaların altında karanlıklar; karanlıklar bazen içinden, aydınlık dolu yarınlara çıkar…