Geçmişinde hislerin büyük kayıplarını yaşamıştı. Yaşamının ötesinde bir alan bunlarla dolup taşmıştı. Belirli zaman sonra bunları alışmış bir sıradanlıkta normal karşılayan vurdumduymaz görünen sessizliği, içten içe kendini yemesini durduramıyordu. Öyle bir güçtü ki bu, zihni birçok kez alt oluyor, bedeni bu durumu aşmaya kalktıkça hareketlerinde karmaşa yaşanıyordu. Ne yitip gidenleri unutmuştu, ne insan kalabalıklarının arasında oradan oraya savruldukça kendinden uzaklaşıp kaybolan duygularını. Gözyaşlarının gözeleri duygularını sarıp sarmalıyor, arada sırada yalnızlığını unutturuyordu. Derin derin nefes aldığı zamanlar tam da bu anlardı. Bu anlarda; kendine gelip kaybolduğu kentlerden, yitip gittiği gözlerden kendini buluyordu. Halüsinasyonlar bitiyor, gerçekleri görüyordu…
Bu duygularının en kıymetli yerinde bulunan ailesine hissettikleri de çoğu zaman bir yaprak misali uçuşup, kendinden uzaklaşmıştı. Diğerlerini çok takip etmiyordu fakat bunu görme açısından hiç çıkarmadı. Sağa sola, aşağıya yukarıya gidip durdu ve o hep gözledi. Dalgınlığına, sessizliğine ve içten içe sanrılarının çoğalmasına sebep geçmişi, yaşadıkları ve tek odaklı günlerdi. Günlerini uzatan, ömrünü kısaltan bu dünyadan uzaklaşan yanlarının çoğalması direncini hepten bitirmişti. Nerde o cümlelere haykırış yükleyen insan, nerde şimdi ki kendini dahi tanımayan insan! Arada dağlar kadar fark vardı. 
Gece 12 de hareket edecek otobüsünün yanında valiziyle yerini almıştı. Muavin bagajları alıyordu. Valizini uzatıp nereye koyduğuna baktı. Bir sigara içimlik zaman heyecanını, tasasını azaltabilir diye düşündü. Otobüsün 3 adım merdivenini çıkarak koltuk numarasına bakıp yerine oturdu. Muavin dışarıda Erzincan yolcusu kalmasın diye bağırdı. Şoför otobüsü çalıştırdı ve biraz gecikmeli de olsa yola çıkıldı. Uzun bir yolculuk an be an kısalacakken, onun zihninde mesafeler yaklaştıkça artacaktı. 
Yol boyunca uyumamaya çalıştı! Cam kenarı koltuğunda dışarıyı izledi. Geçip gidilen kentlerin ışıklı caddelerine, küçük kasabaların karanlık çökmüş ay ışığında aydınlanan yüzlerine dalıp dalıp çıktı. Yolların bitmek tükenmek bilmeyen büyüsü üzerine sinmişti. 
Mola verdiklerini muavinin dürtmesiyle anladı. İrkilerek, hiç rahat edemediği gündüzlerinden farksız uykusundan uyandı. İrkilmişti fakat bu duruma tepkisiz kalmıştı. Otobüsün daracık koridorundan geçip merdivenlerden aşağı indi. Elini yüzünü yıkayıp bir masaya oturdu. Elinde çay tepsisi ne dediği pek anlaşılmayan çaycı önüne bir çay bıraktı. Ses etmedi ve bir sigara yaktı. Sıcak fakat tadı hoş olmayan, bayat çaydan bir yudum alıp çay tabağına bozuk para bıraktı. Epeyce kilolu otobüs şoförü ve sıska uzun boylu muavin hala içeride yemek yiyordu. Sigara elinde kalkıp biraz dolaştı. Rakım yüksekti ve havada epey soğuktu. Etrafta dağların heybetli karartısı görünüyordu.  Yükseklerde bir mola yeriydi burası. Gecenin kör karanlığında iç titreten bu soğuğa daha fazla dayanamadı. Otobüsün açık olan ön kapısından içeri girdi ve koltuğuna oturdu. 
Bu otobüs bir yolculuktan çok, içinde birikmiş duyguların dışa vurumuna,  yüz yüze gelip hesaplaşmaya, cesaretin kapılarını açmaya, düşsel dünyasının öğretilerini savunmaya ve dört bir yanını sarmış sanrılarından kurtulup özgürleşeceği günlerin ötesine götürüyordu. Hiçbir yolculuk şuan ki kadar önemli olamazdı. Tekerin dönmesiyle yakınlaşan her metresinde hasretinin daha da derinleşen kuyusu, zihninde annesinin yer etmiş yıllar önce ki halini unutturmaya çalışıyordu. Cüzdanını çıkarıp hayalinde bulanıklaşan annesine doya doya baktı. Yüreğine yasladı. Annesini hayalinde olduğu yerde tekrardan var edince rahatladı. Yüzünde bir tebessüm, türlü fikirlerle başı camdaydı. Tüm dertleriyle göç eden bir göçebeydi. Ya dertlerini annesinin avuçlarına gözyaşlarıyla döküp bitirecekti, ya da bitecekti…