Soğuktu hava…

Ve gün ise sessiz…

Bir huzur, bir korkuya teslim olmuştu adeta…

Her yer, beyaz bir kar örtüsü ile kaplanmıştı bir anda…

Ve sen, bir dağın eteğinden zirvesine çıkıp da, yine bu dağın zirvesinden eteğine iniyordun…

Ben ise her zamanki gibi yollara düşmüş sana geliyordum…

Sen, iki dağı birden aşıp da içinde birkaç hane barındıran bir köye varmıştın…

Ve ben, senin dersten çıkmanı bekliyordum, dışarısı soğuk ve ayaz olsa da…

Sen, öğrencilerinle beraber çıkıvermiştin dersten…

Oysaki ben, hala senin bana gelmeni bekliyordum…

Lakin sen, gitmiştin ve bu, senin bensiz gittiğin ve benim de, sensiz kaldığım bir ilkti…

İşte o an, kıyametler koptu içimde, dağlar yerinden oynadı…

Nehirler taştı ve ben, nefessiz kalıp da boğuldum adeta…

Sen, varmış olduğun bu köyde bir hane içine giriverdin…

Kapılarını açtın labirent misali karmaşık olan bu hanenin…

Ve içeri girdin amma ve lakin hiç kimsecikler yoktu…

O kapıyı kapatıp başka bir kapıya yöneldin ve sonuç yine aynıydı…

Ben ise koşmaya başladım alabildiğince…

Atmış olduğum her adımda bir çamura saplandım…

Ve kuru görünen her yerde, dizlerime kadar suya battım…

Sen, bir kapıdan bir diğerine yöneliyordun ve bu kez sonuç farklı idi…

Kapısını açmış olduğun bu oda da karşılıklı iki koltuk ve koltuklarda başı öne eğik bir şekilde oturan iki kız çocuğu vardı…

Ve senin kapıyı açmanla birlikte başlarını kaldırmaya başladı bu iki kız çocuğu…

İşte o an, sen kapıyı açmış olduğun gibi geri kapatıverdin…

Bir çığlık kuşatıverdi her yanı…

Bu labirentten kurtulabilmek için bir çıkış yolu olmalıydı senin için…

Başka kapılara yöneldiğin zaman manzara hep aynıydı ve tablo hiç değişmiyordu…

İlerlemek imkânsızdı, çünkü sonrası çok karanlıktı…

Tek çözüm, ardında bıraktığın yere geri dönmekti…

Ve ben, içine düşmüş olduğum bu bataklığı terk edercesine koştum gerisin geriye…

Hece hece akıttığım gözyaşlarımı içime damlattım…

Susturdum içimdeki kıyametleri, durdurdum yerinden oynayan o hırçın dağları…

Tırmandım dağın eteğinden zirvesine doğru ve yine senin bana gelmeni bekledim…

Ve sen, gelmiş olduğun bu yere hangi yoldan geldiğini anımsamaya çalıştın…

Geri dönebilmek için bunu hatırlamalıydın…

Başka da çıkış yolu yoktu zaten…

Ve ben, beklemeye devam ettim her zaman olduğu gibi…

* * *

Gözleri koyu bir karanlık içine hapsedilmişti…

Ve uykuya daldığı yatağın içinde, büyük bir korku ile sarsılmıştı yüreği…

Bedeni ise terden sırılsıklam olmuştu adeta…

Ve sonra bir telefon sesine uyandı ve saat sabahın altısına yaklaşıyordu…

Ezan sesleri aydınlatıyordu karanlığı…

Yaşa(t)mış olduğu onca şeyin, sadece bir rüyada ibaret olduğuna işaret etmişti çalan telefon sesi…

İşte bu telefon, O’nu uykudan daha hayırlı olan namaza uyandırmak için çalıyordu…

Ve adam, sonsuz şükürlerle birlikte açtı telefonu: Meleğim.

Kadın: Canım. Kötü bir rüya gördüm.

Adam: Ne gördün meleğim. Hayır olsun inşallah.

Kadın: Her yer karla kaplanmıştı ve ben bir dağın tepesine çıkıp tekrar iniyordum. Sonra bir köye ulaştım ve….

Adam: Ne zaman uyandın sen?

Kadın: Bir saati geçti.

Adam: Neden beni aramadın? Neden beni sesinden mahrum bıraktın böyle?

Kadın: Ama kıyamıyorum ki, uykusuz kalmanı istemiyorum.

Adam: Senin sesinden mahrum kalmak en büyük ceza benim için. Ben de neden böyle kötü rüyalar görüyorum diye soruyordum kendime.

Kadın: Hayır olsun inşallah canım. Sen ne gördün bakayım.

Adam: Senin bana gelmeni bekliyordum. Fakat sen öğrencilerinle çıktın ve bana gelmedin. Ben ise, senin olmadığın bir dünyada bir bataklığın içine…

Kadın: Hadi namazını kıl tatlım…

Ve adam, telefonu kapattıktan sonra abdest alıp namazını kıldı…

Ve ellerini semaya kaldırıp da dualar etmeye başladı: “Allah’ım, sen bana O’nun yokluğunu, O’na da benim yokluğumu yaşatma. Artık ben O’na aitim ve O’da bana ait. Sen bizleri birbirimizin eksikliği ile sınama ya Rabbim…”

* * *

Böylece, kötü bir rüya yerini gelecek olan daha güzel günlere bırakmış ve bu kötü rüya da burada son bulmuştur…