Nefsanî bir varlık olan insan, ne geçmişte, ne bugün dört dörtlük olabildi, ne de bundan sonra olabilecek…

Hep yenik düştü kafasında oluşturduğu eğriye ve bunu düzeltmek yerine, hep daha da eğri bir konuma getirdi onu zihinlerde…

İşte sırf bu yüzden dahi, doğru olanı bile eğri gördü ve böyle gösterdi herkese…

Ve düşünceler altüst oldu bir kere…

Hayatlar yıkıldı, canlar yakıldı…

Kan damladı kalemlerden ve ağladı bütün kelimeler…

Hece hece susmaya başladı her gün konuşan şu sözler…

Bir can yandı ve bu yangıda canlar tutuştu…

Ateş, sadece düşmüş olduğu yeri yakmakla kalmadı, düşmediği yere de sıçradı…

Tam 20 yaşındaki Özgecan’larıyla milyonlar ağladı…

Ve bir kez daha, erkek dahi utandı erkekliğinden…

Ve bir kez daha öldü insanlık…

* * *

Kıssadan hisse…

Süleymaniye Camiinin inşası tamamlanmış, ibadete açılacağı gün ilan edilmişti. O gün gelince İstanbul’un her yanından insanlar, bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu noktasına akın etmişti. Herkes hayranlıkla bu Türk mucizesini seyrediyordu. Fakat bunlar arasında bulunan bir çocuk,"Aaa şu minareye bakın nasıl eğri!" diye bağırıyordu. Herkes de bakıyordu ama bir eğrilik görmüyordu. Çocuğun minarelerden biri için eğri dediği Mimar Sinan'a kadar ulaştı. Koca mimar, hemen çocuğun yanına geldi ve ona: "Yavrum hangi minare eğri göster bana" dedi. Çocuk da: "İşte şu!" diye minarelerden birini gösterdi. Mimar Sinan hemen adamlarını topladı. Uzun halatları birbirine ekletip minareye bağlattı. "Çekin yukarı doğru!" diye çektirmeye başladı. Çocuğa da: "Oğlum, bak bu minareyi doğrultturuyorum, sen dikkat et, dosdoğru olunca haber ver." dedi. Adamlar gerçekten düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı. Çocuk bir süre sonra, "Tamam, minare doğruldu." diye bağırdı. İşçiler çekme işini bırakıp halatları çözdüler. Başından beri olaya tanık olan Sinan'ın ustalarından biri herkesin kafasını kurcalayan soruyu Mimar Sinan'a yöneltti: 

- Ulu mimarbaşımız, sen herkesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok. O halde niçin düzeltmeye kalkıştın? 

Mimar Sinan'ın cevabı inceliğin, anlayışın, hoşgörünün simgesi idi: 

- Ben bilmez miyim minarede eğrilik olmadığını. Ama çocuğun kafasındaki "minare eğri" intibaını da öyle bırakamazdım. Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki "eğri" kanaati silinsin. Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra gerçekten eğri olduğu şeklinde bir inanç yayılırdı.

* * *

Son zamanlarda haber kanallarında sıkça rastladığımız kadına şiddet olayları, Özgecan Aslan olayıyla durumun vahametini daha açık ve de daha net bir şekilde ortaya koydu.

İnsanlığın nasıl bir noktaya gelip hangi çizgide yol aldığını gözler önüne serdi adeta.

Bununla kalmayıp ülkemiz açısından mevcut kanunlarımızın, kadınlarımızı korumaya yetmediğini ve bu ve benzeri daha birçok suçu önlemede yetersiz kaldığını bir kez daha gösterdi bizlere.

Bu olaydan sonra, özellikle sosyal medyada, bu gibi olayların yaşanmaması için “idam ve kısasa kısas”gibi cezaların gündeme alınması yönünde paylaşımlar yer aldı çokça.

Evet! Bir suçu önlemek için, yürürlükte bulunan kanunların yaptırımlarının caydırıcı olması elbette gerekli olan bir şey.

Lakin ondan daha da önemli olan bir şey var ki, o da insanın zihninde yaşadıklarının, yaşattıklarının ve sahip olduğu düşüncelerin eğriliğinin düzeltilmesi.

Tıpkı yukarıdaki olayda, Mimar Sinan’ın gerçekte eğri olmayan fakat bir çocuğun zihninde eğri olarak beliren ve bunu etrafına bu şekilde yansıtan bu çocuğa olması gerektiği şekilde müdahale ettiği gibi, insan olarak bizler de üstümüze düşeni yapmalıyız.

Önce kendi içimizdeki çocuğun eğriliğini düzeltmeliyiz ve sonra da topluma kazandırdığımız evlatlarımızın eğriliğine doğruluk kazandırmalıyız.

Ki, çözümler geçici olmayıp kalıcı olabilsin ve bir daha yürekler yanmasın, canlar yitirilmesin…