Karlı bir güne uyanmıştım 11 Şubat 2010 sabahı ve Sarajevo’ya doğru yola çıkmak üzere 25 Erasmus öğrencisi kalmış olduğumuz yurdun girişinde buluşmuştuk. Saatler 13.50’yi gösterdiğinde trenimize binmiş, yola koyulmuştuk bile. Kısa bir süre sonra Macaristan sınırına varmıştık ve tren hız kesip yavaşlamıştı. Görevli memurlar kontrole başlamış ve teker teker herkesin pasaportunu kontrol ediyorlardı. Avrupa vatandaşı olanların pasaportuna bakıp geçmeleri yeterliyken bizim pasaportlarımızı ayrı bir kontrolden geçiriyorlardı. Bu durum ise bir Türk olarak beni içten yaralamıştı, çünkü ortada büyük bir eşitsizlik bulunmaktaydı. Bu duruma katlanmak zorunda olmak ise üzüntü veren başka bir konuydu.

Tekrar yola koyulmuştuk tum kontroller bittikten sonra. Yeni bir sınır bizi bekliyordu. Hırvatistan sınırlarına giriş yaptığımız an yine aynı olayları yaşadık. Yine kontrol ve yine eşıtsizlik. Bu kontrolde sorunsuz bir şekilde geçtikten sonra yola devam ettik. Yolculuk yaptığım zaman, en cok hoşuma giden şey pencereden dışarıyı izlemekti ve yine öyle yapmıştım. Pencereden dışarıyı izliyordum. Dışarı bembeyazdı ve bu beyazlığa eşlik eden sadece üzerindeki bütün giysilerini çıkarmış olan çıplak ağaçlardı. Manzara gerçekten bir harikaydı. Gözüme takılan en güzel şey ise, bu bomboş arazilerde karların üzerinde gezinen ceylanlardı.

Aradan geçen 8 saat sonunda Sarajevo’ya varmıştık. Tren istasyonundan çıktık ve taksiye atlayıp kalacagımız hostele doğru yola koyulduk. Burada bizleri büyük bir sürpriz bekliyordu. Kalacağımız yere girdiğimizde gördüklerim karşısında adeta şoke olmuştum. Büyük bir odanın içine yerleştirilmiş bir çok ranza bulunmaktaydı ve şaşırtıcı olan başka bir konu ise bu ranzaların üç katlı oluşuydu. Sırt çantalarımızı yatacağımız yatakların üzerine bıraktıktan sonra bir şeyler yemek için dışarı çıktık. Sarajevo bana hiç yabancı bir yer gibi görünmemişti. Buna sebep ise, buranın Türkiye’ye çok benzeyişiydi. Gerek tarihi yapılarıyla, gerekse şehrin görünümüyle. Her şey, bana ülkemden bir parçayı anımsatıyordu ve bu durumda beni gerçekten çok mutlu etmişti.

Bir şeyler yemek için döner ve bunun gibi Türk mutfağına benzer çeşitli yemekler yapan bir yere girdik. Masaya oturduğum an ise, çalışan insanların konuşmalarına istemeden de olsa kulak misafiri oluyordum ve duymuş olduğum cümleler yüzümde bir tebessüme sebep oluyordu. Çalışanlarla konuşmaya başladığımda bu iş yerinin sahiplerinin Türk olduklarını öğrenmiştim. Daha ilk geceden Sarajevo bize kucak açmıştı ve her yönüyle bize kendi ülkemizde olduğumuzu hissettirmişti. Bir şeyler yedikten sonra burada tanışmış olduğumuz başka bir Türk’ün sahip olduğu kulüp tarzında bir yere gittik ve gecenin bir bölümünü burada geçirdikten sonra uyumak için hostele geri döndük.

Yorgunluk üzerime çöküvermiş olacaktı ki, yatağa girdiğim an derin bir uykuya daldım. Uyandığımda saatler 11.00’ı gösteriyordu. Zaman kaybetmeden hazırlanıp dışarı çıktık ve bir yerlerde kahve içip Sarajevo sokaklarında dolaşmaya başladık. Her adım atışımda Türkiye’de bir yerlerde olduğumu zannediyordum. Sarajevo, sahip olduğu tarihi eserleriyle İstanbul’u, işyerlerinin kapılarının çok eski tarzlarda oluşu ile Gaziantep’i ve sahip olduğu güzel yemeklerle de bana Adana’yı anımsatıyordu.

Akşam saatlerinde bir yerlerde eğlenmek için yine yollara düşmüştük. Çıkmadan önce herkes içecek bir şeyler almıştı ve kaldığımız hostelin girişindeki küçük mutfakta toplanıp bir şeyler içmeye başlamıştık. İçeceklerimizi tükettikten sonra ise yollara düşmüştük. Bazı arkadaşlar alkolü fazla kaçırmış olacaklardı ki, ayakta durmakta bile güçlük çekiyorlardı. Uzun bir süre yürüdükten sonra kapalı bir konser alanında bulmuştuk kendimizi. Burada bir süre eğlendikten sonra başka bir yerlere gitmek üzere yine yollarda bulduk kendimizi. Sonrasında ise bir kaç yere daha girip çıktıktan sonra geri dönmüştük. Bir iki saat uyuduktan sonra sabahın erken saatlerinde Pécs’e geri dönmek üzere dört arkadaş yola çıktık.

Sabahın erken saatleriydi ve tren istasyonuna gitmek üzere durakta beklerken soğuk bizi etkisi altına almıştı. Ayak parmak uçlarımız adeta donmuştu. Tren istasyonuna vardığımızda Amerikalı arkadaşımıza bilet almak uzere gişeye gittiğimizde bir problemle karşılaştık. Amerikalı arkadaşımızın ATM’den çekmiş olduğu para bilet almak için yeterli değildi. Bizde de Bosna Markı olmadığı için, hiç bir şey yapamıyorduk. İstasyonda ve istasyon yakınlarında ATM yoktu. Dolar ödeyerek almak istediğimizde ise, bunun mümkün olmadığını ve sadece Euro’nun geçerli olduğunu söylüyorlardı. Durum böyle olunca gişedeki bayanı etkimiz altına almaya çalıştık ve biraz acındırdık kendimizi. Durumu anlayışla karşılayan gişedeki bayan bize bir iyilik yaptı ve bileti Macaristan’ın girişine kadar yazdı.

Vakit dolmuştu ve trenimiz kalkmaya hazırdı. Yerlerimize yerleştikten sonra tren hareketlenmeye başladı. Bosna sınırına vardığımızda görevli memurlar pasaport kontrolü için yanımıza geldiklerinde pasaporlarımızı uzattık. Yine aynı muameleye tabi tutulduk ve bu defa başka bir sürprizle karşılaştık. Görevli memur bizim Bosna Hersek’e geri döneceğimizi söylüyordu. Durumu anlattığımızda ise bunu neden yaptığı ortaya çıktı. Görevli memur bizi sürekli şaşırtıyordu. Bizden para istediğinde yeni bir şok daha yaşıyordum. Biz bunun mümkün olmadığını söyledik ve olayın üzerine gidince para istemekten vazgeçti. Hırvatistan ve Macaristan sınırlarında aynı kontrollerden geçtikten sonra sonunda Pécs’e varmıştık.

Burada hiç zaman kaybetmeden taksiye atladık ve kaldığımız öğrenci yurduna döndük. Geriye dönüp baktığımda ise iyi ve kötü bir çok olay hafızama şimdiden kazınmıştı. Sarajevo, Türkiye sokaklarını her adımlayışımda hafızamda canlanacak bir şehir olarak gönlümdeki yerini çoktan almıştı bile.