Değerli Adanahabermerkezi.com okurları, giderek dozu artan bir kampanyaya tanık oluyoruz, üzerimize oynanan sistemli oyunun icabı bir kampanya bu!

TV’lerde her gün “Her konuyu tartışalım”, “Tartışmaktan zarar gelmez”, “Tarihimizle yüzleşmemiz lazım”, “Mustafa Kemal de ‘diktatördü’ zaten, devrimleri yaparken halka sormadı” diyenler giderek çoğaldı. Ancak bugün sivil baskı rejiminde, tek adam yönetimine soru bile sorulamıyor.

Oyunun asıl amacını bir uzmanın, bir Profesör Doktor-Psikiyatristin kaleminden okuyalım; Bakalım bazı şeyler size aşina geliyor mu?

“Bilirsiniz, ünlü Rus fizyolog PAVLOV, köpeklerine et verirken zil çalınca ve bunu çok kez tekrarlayınca; artık köpekler zil sesi işittiklerinde, et görmeseler dahi, hayvanların salyaları akmaya başlamış ki bu “Şartlı Refleks”tir.

Hayvanın tabiatında olmayan bir uyarı (ZİL sesi), onu tabiatında olan (Et görünce heyecanlanma) durumuna getirmektedir.

Eğer sürekli olarak zil çalar ama hiç et göstermezseniz, bir süre sonra şartlı refleks söner.

Devamının sağlanması için arada bir zil çalıp et de göstererek refleks pekiştirilmelidir.

Hiç birimiz dünyaya Türk, Meksikalı; ya da Sünni veya Katolik olarak gelmeyiz. Bunları bize öğretilen, bir başka deyişle, şartlı reflekslerdir. Eğer pekiştirilmezlerse, zamanla sönerler.

Bir gün Pavlov’un enstitüsünü su basar; köpeklerin bir kısmı boğulur, bir kısmı da günlerce korkuyla titreşirler, çünkü ölümden zor kurtulmuşlardır.

Kurtarılabilenler tekrar enstitüde toplanır. Pavlov zil çalar, köpeklerde ‘tık’ yoktur. Şu müthiş sonuca varır Pavlov: “Ağır travmalar, şartlı refleksleri ortadan kaldırmakta; Hayvan en doğal, en ilkel durumuna geri dönmektedir.”

Bir yandan her gün güneydoğu şehitleri için “Kanları yerde kalmayacak” denilmesine rağmen kanların sürekli “yerde kalması”;

Bir yandan “Ergenekon” denilerek büyük bir çoğunluğunun tek suçu “Atatürk’ü sevmek” olan insanların sabaha karşı evlerinden alınıp hapse atılmaları;

Bir yandan araba yakıp polise taş atarak etnik kalkışmalar

Hepsini toplarsanız, temel güvenlik duygusunun artık zaten ortadan kalktığını görürsünüz.

“Pavlov’un köpeklerindeki” gibi, ağır travmalarla bizim de şartlı reflekslerimiz (Milli Duygularımız ve tepkilerimiz) kırılıyor.

Emperyalistler, sinsi savaşlarında psikoloji bilimini kullanırlar. 

Mesela Ermenilerle Türkler arasında ulusal bir düşmanlık mı var; orada psikatrist Vamık Volkan girer devreye ve bu düşmanlığın kökenlerini “inceler”..
Burada izlenen yol, ABD’nin tehdit olarak gördüğü ulusların bilinçlerinin, tarihlerinin ve benliklerinin sorgulanması, “Aşındırılması”dır. Kısacası, Milli Duygunun yok edilmesidir “etnik psikiyatristin görevi…

Bir ulusun ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve reflekslerini nasıl yok edersiniz?

Bunun denenmiş, sınanmış bir yöntemi vardır: “O Ulusun tarihsel varlığını sorgulamaya açarsınız”.Yani O Ulusun tarihini yeniden tartışırsınız.

Mesela Türkler kendilerini kahraman bir ulus olarak mı görüyorlar? 

Onlara ne kadar korkak bir ulus olduklarını göstermek gerekir.

Ya da Türkler Atatürk’ü çok mu yüceltiyorlar? Onlara Atatürk’ün sıradan birisi olduğunu göstermelisiniz.
Farkındaysanız son on yıldır tam da böylesi bir dönemden geçiyoruz. “Demokratlık”, “Tartışma Kültürü” adına neyi tartışıyoruz? Bizden neyi kabul etmemiz isteniyor?

Diyorlar ki, “Siz soykırımcı bir milletsiniz, Ermenilere soykırım uyguladınız…”

Biz diyoruz ki, “Hayır, uygulamadık!”

O zaman deniyor ki: Tamam, madem uygulamadınız, bunu tartışalım, öyle sonuca varalım”.

Size mantıklı geliyor. “Nasılsa suçlu değiliz. Tartışmadan galip ayrılırız” diyorsunuz.

Ama tartışma masası kurulduğunda eşit bir tartışma şansı olmadığını görüyorsunuz.

Bakıyorsunuz, tüm televizyonlar, gazeteler, “Aydınlar” sizin Ermenileri katlettiğinizi yaymaya başlıyor.

Kanıtları var mı? Elbette yok.
Ama yalan bir kez yayıldı mı ve yalanı söyleyenlerin sayısı da yeteri kadar çok oldu mu, gerçeğin sesi baskılanıyor.

“Hayır” diyorsunuz, “gerçekleri bir de biz anlatalım”, ama anlatamıyorsunuz, çünkü propaganda kanalları size kapatılmış durumda.

O zaman anlıyorsunuz “tartışmaya açmak” denilen tuzağı.

Bu sürecin sonunda, ulusal gururu ve hassasiyetleri yüksek insanlar bile “acaba” demeye başlıyor; “acaba Ermenileri gerçekten biz mi katlettik?” Ulusal benlikte kırılma başlıyor.

Psikolojik harbin etkisi büyük bir hızla bu şekilde yayılıyor. Sıra Kürtlere geliyor.

Sizden tartışmanızı istiyorlar. Tartışma başlıyor ve yine kaybediyorsunuz.

Bir düşünün lütfen, son dönemde neleri tartışmaya açtık ve şimdi nerdeyiz?
Bugün Misak-ı Milli’yi pek önemsemiyoruz; Kırmızıçizgileri umursamıyoruz. Türk dilinin önemi kalmamış. Bu Ülkede federasyonda olabilir, Ermenilerden özür de dileyebiliriz, Kürtlere “biraz” toprak da verebiliriz.

Kısacası Ulusal Varlığımıza ait hayati her alanda kaybetmiş durumdayız.

Sırada ne var?

Atatürk var elbette…Çünkü önemli olan Ulusal Önderleri yok etmek. O halde O’nun ne kadar zalim bir diktatör olduğunu tartışalım. O’nun zaaflarını tartışalım; Hatta O’nun anasını bile tartışalım.

Evet, emperyalizmin gündeminde bu bile var. “Tartışın” diyorlar. Sizinle önderinizin anasını tartışmak istiyorlar, sonra sizin ananıza gelecek elbette. Hepinizinkine gelecek…İşte psikolojik harp budur arkadaşlar.

Şimdi yıllar öncesine gidelim. Mondros imzalanmış. Düşman askerleri İstanbul’a çıkartma yapıyor. Milyonlarca Türk, sadece izliyor! Demek ki önemli olan ilk adım: “İşgali izlettirebilmek”miş. Ama aynı zamanda bir de masa konuyor ortaya: “Tartışacaksınız” Tartışma masasında bizim sadrazam efendi emperyalistlere yalvarıyor: “Biraz acıyın diye.

“İzleyerek”, “Tartışarak” nereye varabilirsiniz? Emperyalistler şu anda beyinlerimize ve yüreklerimize yüzyılın çıkartmasını yapıyor...

Mehmet Akif Çanakkale için ne diyordu: ‘Şu boğaz harbi nedir, var mı dünyada bir eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi. Tepeden bir yol bularak geçmek için Marmara’ya, Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya?’

Çıkartma sürerken iki tavır vardır alınabilecek; Birincisi şu:

İstanbul’da işgalcileri karşılayan ve onlardan tokat yiyen bir Osmanlı paşası olabilirsiniz veya Dolmabahçe’den çıkartmayı izleyen bir padişah, belki de evinin perdelerini kapatan sıradan ve suskun bir Türk. Ama aslında hepsi aynı kapıya ve aynı kişiliğe çıkar. “İzlersiniz”, Her şeyi..

Ya da ilk kurşunu atan Hasan Tahsin olursunuz.

Hasan Tahsin’e kadar bu ülkede düşmana hiç kurşun atılmadığını bilmek ne kadar tanç vericidir aslında. Hasan Tahsini ne kadar tanıyoruz? O’nu “Hasan Tahsin” yapan nedir? “İlk kurşun”dan önce de kurşun atmıştır bu kahraman adam.

Hasan Tahsin Avrupada’dır ve bir filme gider. Filmde Türkler aşağılanmaktadır. Hasan Tahsin bu filmi izlemez, “Önce izleyelim, sonra eleştirelim” demez, çıkarır silahını ateş eder beyaz perdeye. Filmde orada biter!

Hasan Tahsin’in insani ve sıradan bir yanıtıdır bu.

Hiçbir insan kendisine, anasına, babasına, Milletine, Bayrağına küfrettirmez.

En basit insan gerçeğidir bu.

İlkokulda bir çocuğun anasına küfretmeye kalkarsanız, sizinle “anasının durumunu” “Tartışmaz”. Bunun cevabı suratınıza yiyeceğiniz bir yumruktur. Çünkü çocuğun en insani ve sıradan yanıdır bu.

Ergenekon, Ermeni sorunu, Kürt açılımı ve Can Dündar’ın “İnsani” denilen “Mustafa” belgeselinin bam teli “Burasıdır… Prof.Dr. Kerem DOKSAT, Psikiyatrist.