Derin ve süresiz suskunluklar içerisindeyim. İçten içe kendimi tüketen yanlarımla, yaşatılan acılar ve gözyaşları arasında gidip gelmekteyim. İstenmeyen, sevilmeyen bir düşüncenin kapladığı hacmin! israf görünmesindeki toplumun orta yerindeyim. Oralı mıydım, buralımı? Yoksa ait olarak hissettiğim yerler buralar değil miydi? Sakinliğin mutluluğa dönüştüğü, huzurun kardeşliği alıp el ele dolaştığı bir yer yaratmak olasıydı her şeye inat. Nefes alıp gökyüzünü seyrettiğimiz yerler, beraber kardeşçe yaşayacağımız memleketimiz olmalıydı, zoraki gurbetlik değil.
Barış için haykıranları, türküler söyleyip halaylar çekenleri kanlı elleri, kokuşmuş kirli nefesleriyle yaşamdan koparanların, bize onarılmaz acılar yaşatanların arkasında karanlık odaklar ve düşünceler olduğu herkesçe bilinmektedir. Onların her şeyi karanlıktır; bakışları, dilleri, sözcükleri, düşünceleri, eşleri, dostları, çoluk çocukları, gelmişleri geçmişleri ama her şeyleri. Bilimsel çalışmalar, sanatsal ve kültürel etkinlikler bu odakları yenmek için çok önemli bir yere sahiptir. Fakat ülkemizde son dönemlerde bilim, sanat, kültür kelimeleri uygulama aşamalarında hiç haline getirilmiş, sadece sözlüklerde anlam taşıyan pratikte ise anlamsızlaştırılmıştır. Ucube söylemleri ile toplumun sanata azda olsa ilgisi, keskin çizgilerle karşısında bir duruş sergilemesine neden olmuştur. Halkı yöneten düşüncenin sanata bakış açısıyla paralel olarak, şehir ve devlet tiyatrolarında tecrübeli isimlerin görevden alınıp yerlerine yapılan atamalar, sansürlenen ve oynatılmayan oyunlar… Tabi ki sanatçıların ülkenin geçtiği bıçak sırtı dönemde dahi, topluma karşı sorumluluğunu yerine getirememesi de ayrı bir konudur. Sanatsal üretimin çoğunlukla bittiği, sanatın ve sanatçının saray köşelerinde sırıtarak, halkın gerçekliğinden uzak kadraja girmekle bağdaştırıldığı, korkunun hüküm sürdüğü bir zaman dilimi içerisindeyiz. Yeri geldiğinde toplumu bilinçlendirip aydınlatacak olan, ülkenin mevcut durumu ve sorunları hakkında düşünceleri toplum tarafından dikkat edilmesi gereken sanatçılar(!) umursanmaz haldeler artık. Bu durumu yaratan toplum değil, biz zati kendileridir. Özgürlüklerin, aydınlanmanın ve demokrasinin yoz bir zihniyetle yan yana olamayacağını unuttuklarında, yetmeyenin evet demeye yetip yetmeyeceğini sorgulamadıklarında, samimiyetlerini yitirmişlerdi.
Bilimsel bilgi ışığında gidilecek yol, aydınlanmanın gerçekleşmesini sağlayıp, bu yolda önüne çıkan karanlıkları yerle bir ederek bilimi her köşeye yayacaktır. Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu’na yapılan atamalarla, ülkemizin bilime verdiği önem net bir şekilde anlaşılabilir. Hayvanat bahçesi müdürlüğünden TÜBİTAK müdür yardımcılığına gelmek kolay olmasa gerek! Öyle ya, ömrünü bilime adamaya gerek yok bu ülkede bilimle uğraşmak için. Bilimi konsantre hale getirip şurup gibi içebiliyorsan olay bitmiştir. Yani; bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olabilirsin. Bilim; araştırmalardan, sorgulamadan, yeniliklerden uzak kendi düşüncelerine hapsedilmiş, yanlış bildikleri doğrulardan ibaret hale getirilmiştir. Kelime anlamını dahi bilmeyenlerce yönetilen bilimin, bu halde karanlığı yenmesi beklenebilir mi? Yada bilimin karanlığı yenmesi bekleniyor mu?
Her şeye ve karanlığı güçlendirmeye çalışan herkese karşı, bilim üretmeye ve ışığıyla toplumu aydınlatmaya devam etmelidir. Bu nedenle karanlık güçlerin yaptığı katliam bir anlamda bilime, bilimin ışığıyla aydınlanmaya karşı yapılmıştır. 15-16-17 Ekim 2015 tarihlerinde 11. Ulusal Çevre Mühendisliği Kongresi Bursa’da Çevre Mühendisleri Odası Bursa Temsilciliği tarafından gerçekleştirilmiştir. Bilimsel çalışmaların sunumlarını izlerken, aklımda olan cümle hep aynıydı. Karanlık aydınlığı yenemeyecek. Gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya, aydınlık güzel günler getireceğiz ve bu yolda mücadele edeceğiz. “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyor Hünkar Bektaşi Veli. Her dönem olan karanlık tehdidi bizde korku değil, aydınlık güzel günler için mücadele azmi kazandırmaya devam ediyor. Herkesçe biline.