Adana’nın boğucu kan kırmızı sıcağının vücutta yarattığı etki, çarkları dönen makineler arasında daha çok hissediliyordu. Gümbür gümbür çıkan gürültülü ses kulakları bir ritmin senkronizasyonunda alışmış ve olağan karşılıyor, beton zemini bir deprem etkisiyle sarsıyordu. Hayatları doğuştan çektikleri ölçüsünde sarsılmış olanlara bu durum sıradan geliyordu. Gariplik serde, eller ekmek derdinde üretimin her aşamasında makineler başında onlar bulunuyordu. Öğrenilmiş çaresizlik demek yanlış olsa da, dayatılmış demek abes kaçmıyordu. Üç kuruşa tamah etmelerinde sebepler hep aynıydı. O’da zorunluydu. Evde çoluk çocuk ekmek bekliyordu.

İçinde ailesinin ve söylemeyi olağan hale getirdiği yalanların olmadığı geleceğe dönük planlarının gerçeğe dönüşmesi de, fabrikanın makinelerinin arasında ki tozlu yollardan geçiyordu. Bu yollardan geçtikçe ve ilerledikçe, hedefine bir o kadar yaklaşıyordu. Aslında önem arz eden en mühim konusu buydu. Emeklilik tarihine karar vermiş, baharları karşılayan koşarcasına gidiş hayalleri kafasında tazeliğini koruyordu. Tozu, pası, kiri havada uçuşuyor, nefes almak zor gelse de, vardiyada sekiz saati burada geçiyordu. Yemeklerinde bir tas yoğurt muhakkak olurdu. Çalışma koşullarının olumsuzluğunu, söylediği yalanların ruhunda yarattığı tahribatı bu şekilde atacağını, bu yoğurdun her derde deva olduğunu sanıyordu.

Makineler arasında hissedilen cehennem sıcaklığı, sigara molasında cenneti sunuyordu. Her anında; yıllardır dayandığı, bir şekilde üstesinden geldiği bu günlerin sona yaklaştığını biliyordu. Gitmek buranın sonu, oranın başlangıcıydı. Çocuklar büyümüş, kendini kurtarabilecek duruma gelmişti. Gitmeliydi… Artık onu kimse, kimseyle paylaşmadığı düşüncesinden geri döndüremezdi. Gidişleriyle yatıyor, onlarla kalkıyordu. Yürürken de, uyurken de aklında hep o konu vardı.

Sorumluluk gözettiği konuların önemi gitgide zayıflıyor, yükünün hafiflediğinin düşüncesiyle kendini daha özgür hissediyordu. Babalık ona göre değildi, karısıyla bir gün dahi kendini eş görmemişti. Belki ona çok kızacaklardı, ardından çok laf edeceklerdi ama çocukları da belirli yaşa getirmişti. Evin geçimi bir yüktü ve üstelik bunları yaparken isteyerek yapmadığını kendi kendine hep söylerdi.

Gidişlerinin uçsuz bucaksız bir ovada yeşillikler arasında ki mutluluk olduğunu hayal ediyordu. Gidecekti ve kafasında tertemiz sorunsuz bir dönem kendini var edecekti. Her şey geride kalmış olacak, peşinden gelmeyecekti. Ne mutsuzluk yaşadığı yılları anımsayacak, ne sorunların üstesinden gelmek için varı yok, yoku var etme gayretine girişecekti. Gitmeleri arttıkça ve mesafeleri her defasında uzadıkça buralardan, gerçekliğe erişebileceğini, kendine daha çok yaklaşacağını düşünüyordu. Gerçeklik burada değil, gideceği yerlerde gizli halde duruyordu. Buralar gerçeklikten yoksun, yalanlarla doluydu. Yaşamın anlamı, kendine erişme noktası da oralarda bir güneş gibi parlıyor, uzaktan kendine göz kırpıyordu. Bu kadar ipucunun kendini var ettiği zihninden, gitmeye dair yanlış sonuç beklemiyordu. Sonucunda hüsran yoktu. Yüzünün güleceği günleri, yağmura hasret çorak toprakların sahipleri gibi avuçları açık halde bekliyordu.

Bu yaşına kadar birçok kez kararlarında yanılmıştı. Bazı kararları kendisi almadan dayatılmıştı. Bu kararında hata yapma olasılığı yoktu. Hata kabul edecek, hata kaldıracak bir sonuç değildi… Gitmeye son bir ay varken kendini sorgulamaktan vazgeçmeliydi… Gitmeliydi. Düşüncesiyle, yüreği arasında ince bir köprüdeydi… Ya köprüden geçecekti, ya köprüden düşecekti…