Penceresini örten perde rüzgarın etkisiyle sallanıyor ve bu sallantıdan çıkan sesler, hayatındaki düzensizliklerin kafasında oluşturduğu seslere baskın gelemiyordu. Günün ilk ışıklarının içeriye girme çabası, izinli olduğu tek günde perdeden kendini kurtararak yüzüne vuruyordu. Bu durum pek hoşuna gitmedi. Bu ışınların üstün, bitmek tükenmek bilmeyen gücüne ise hayran olduğunu hatırladı. İzinli olacağı günün geceleri uzun sürse de, sabahları yine erkenden kalkardı. İçerinin uykusuz gecelerinin, sabahın avlu izinlerine engel olamayacağı zamanlardan kalma bir alışkanlıktı. Bir makine edasıyla şaşmaz halde bünyesi yıllardır bunu tekrarlardı. Takatsiz kalır, bazen zorlanır ve 15 bilemedin 20 dakikalık şekerlemeler yapardı.

Gözlerini ovuşurdu ve sedirin üzerine kurulu yatağında doğruldu. Bir süre öylece oturdu, evinin içine bakıp durdu. Masa üzerinde bir radyosu, duvarda sazı ve sazın asılı olduğu duvarın dibinde bir sedir daha vardı. Yavaş yavaş kalkarak kapıyı açıp avluda olan lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı. Kollarını açıp esneyerek şöyle bir gerildi. Çaydanlığa su koyup küçük tüpün altını yaktı. Zeytin, peynir çıkardı masanın üstüne ve renkli plastik bir bardakaltıyla bir bardak koydu. Çayını demleyip kahvaltısını yaptı. Bu öğünler sigara altı olması için iki lokmalıktı. Küçük bahçesine çıkarak ahşap sandalyesine oturup bir sigara sardı. Derin derin içine çekip bacak bacak üstüne attı. Bir elinde sigara, diğer elini bacaklarından çenesine doğru uzattı.

Düşünceli görünüyordu. Yarın sebze haline gidince patronuyla görüşecek, 3 günlük izin isteyecekti. İzni koparırsa işyerine pekte uzak olmayan otogara yemek arasında uğrayıp biletini de alacaktı. Annesine götürebilecekleri konusunda kafasında alternatifler oluşturuyordu. Eşarp, elbise, ayakkabı ya da biraz para mı bıraksaydı! Ayakkabı alsam ayağına uymaz diye kendi kendine söylendi. Derin bir nefes çekti… Yarın ola hayrola deyip içeri geçip bir bardak çay aldı. Tekrar bahçeye geçip sandalyesine oturdu. Yan taraftan bir ses duydu. Yan komşusu Cafer amcaydı. Günaydın Haydar! Kahvaltıya buyur gel, Gül teyzen seni bekliyor dedi. Yan komşuları Haydar amcanın ve Gül teyzenin çocukları yoktu. Birçok akşam kendisine yemek getirirlerdi. Duvara yaklaşıp kollarını duvara yaslayıp sağ olun, kahvaltımı yaptım dedi. Onları çok severdi.

Haydar amcaya ve Gül teyzeye memlekete gideceğini ayaküstü anlattı. Annesine ne alacağı konusunda kararsızdı. Gözleri doldu, yaşlar bir biri ardına sıralanıp yanağını ıslattı. Gül teyze; seni görsün yeter, bir şey almasan da olur diye yumuşak bir ses tonuyla fısıldadı. Oda kendini tutamayıp ağladı. Haydarı çok iyi tanıyorlar, hikayesini biliyorlardı. Bir müddet öylece sessiz kaldı. O anda bile kafasından bin bir düşünce geçiyor, hiçbiri kendisine uygun bir alan bulamadan belirsizliğe doğru sürükleniyordu. Bu anları hayatına benzetiyordu. Belirsizliğin ardına görünmez bir iple bağlanmıştı. Ömrü boyunca bu ipi aramış, bulup koparmayı başaramamıştı.

Vedalaşıp eve doğru yavaş yavaş adımladı. Her bir adımında, tüy hafifliğinden tonların içine zorlayan ve yüreğine ağır gelen hasreti, doğrusu ve yanlışlarıyla yılları vardı. Yıllarını bedeninden söküp atamazdı. Yükü dört bir yanını sarmıştı. İtirazı bunun sürekli artmasınaydı! Annesini görmek ise bu yükü hafifletecek tek şartıydı…