Çevre Mühendisi ve Yazar Kenan Doğan "Bedenimin iz bırakan yolculukları"nı yazdı...

Yeşilin ağırlıklı yer edindiği gözlerim, az miktarda da olsa mavinin tonlarına hayır dememişti. Dünyayı tüm renkleriyle içine almayı hedeflemiş, yüreğimden gözlerime bir renk cümbüşü var etmişti. Bu gözler; iyiden, emekten, eşit yaşamdan yana bakmayı taraf seçmiş, bu bedenimde ve düşlerimde sol yanına denk gelmişti. Kuşkanatlarında ve sonsuz gökyüzü içinde süzülerek en uçsuz bucaksız yerlerin yaşamlarına, arka sokaklarına, gecekondularına, seyyar satıcılarına, yarınlarına, günün ilk ışıklarıyla sabah kokularına dokunmak istemişti. Bu gözler; acılarımın tekrar tekrar yıkandığı ve inceden inceye beslendiği gözeleriyle dipsiz bir göl misaliydi.  

Doğayla bütünleşik, toprak renginin hüküm sürdüğü bu köy yaşamının içinde, kağnı arabalarının cızırtıları zaman zaman duyulan tek sesti. Ruhu dinlendiren bir yanı vardı. Oysaki sakinliğin hükmü, doğanın verdiği seslerin huzurundan sıyrılarak insanla birlikte gürültüye, patırtıya kendini mahkum ediyordu. İnsan varsa, alışamasak ta yadırgamamak gerekiyordu… Ve bu çocuk gözlerim anlayamasa da tüm olup bitenlere şahitlik ediyor, göz kararı bir hüküm veriyordu! 

Sonu gelmeyen, dinse de kendini sürekli yineleyen acılar sarmalının bedenimin dayanma eşiğini zorladığı durumları bitmek bilmiyordu. Gecelerim günlerine, günlerim gecelerine erişmekte zorlanıyordu. Adım atmaktan biçare halin takatsizlikten yana sebepleri, inceden inceye bedenimi zapt ediyordu. Renkliliğe sahip olmanın gözlerde ki etkisi, gözlere gelmede dezavantaj yaratmış olabilir miydi? Acılarımın sebebi, yoksa başka gözler miydi? Verilecek tüm cevapların, zihnimi dinlendirmeye yakın durdukları aşikar gibi görünüyordu. Aksini duymak istemiyordu…

Babamın ve kaybettiğimiz diğer canlarımızın acıları, çocukluğumun sahip olduğu tüm acılarının üstüne çıkıyordu. Sona eren ömür yolculukları, ailemizin de yeni başlangıçlar için yeni yolculuklar yapmasına neden oluyordu. Yetim kalmanın acısı, doya doya yaşanmayan günlerden ibaret sanılsa da babalı günlerim, bugün dahi eksikliğiyle derinden hissediliyordu. Baban yoksa bu hayatta, bir yanı çökmüş ev misalidir bedenler. En iyi tekniklerle onarmaya kalksan da, nafiledir… Aynı yerden daha büyük bir gürültüyle tekrar devrilir. Bu sefer çöküntü tüm bedeni dahi sarabilir. Yerle bir olmak an meselesidir. Babasızlık, büyük bir göçükle ömür boyu yaşamak gibidir… Alışamasan da, yaşadığın sürece zorunlu bir haldir.        
Bedenim; eklenen yeni acılarıyla ve yanından eksilenlerle yolculuklarına devam ederek yeni izleri sahipleniyordu. Köyümüzden Adana’ya tüm geçmişin kötü anılarının bırakılacağı ve ekmek derdinin emekle aşılacağı düşüncesiyle çıkılıyordu. Gözlerde yaş, dillerde ağıtlar yola düşülüyordu. Mutsuz başlangıçların sonunun mutlu olacağına dair kuşkularım bulunuyordu. Araç lastiklerinin üzerinden geçtiği yıpranmış, eskimiş yol çizgilerinin izleri; parlak, gıcır gıcır görünen izlerime hiç benzemiyordu. 
Her bir izin derin kesiklerin sonucu oluştuğuna; farklı, çirkin ve kötü bakışların neden olduğuna dair şahitlik edecek anlarım bulunuyordu. Dili yoktu bu anların lakin, diyecekleri çoktu. Yolculuklarımın her bir anında yarattığı yorgunlukların değil, bıraktığı izlerin sebeplilerinin heybelerinde acılar doluydu. Bir göz temasında dahi bedenime acılarından ömrümce çıkmayacak izler bırakılıyordu.

Her bir acının yarattığı izle birlikle dört bir yanı çizilen bedenim, kendine sığınacak liman olarak artık sadece annemi görüyordu. Orada iyileşiyor, sakinleşiyor ve güneşleniyor, düşlerini ve emeğe olan inancını tazeliyordu… Ve sorgusuz sualsiz, sımsıkı bir halde ona sığınıyordu…